Odysseusçu Özneleşme Serüveni

“Yazar, kendi dilinde bir yabancı gibi yazabilendir.”

                                         Gilles Deleuze

Odysseus bir kraldı ama kendi öznel hakikatine varabilmek için, İthaka’dan ayrılıp serüvenlere çıktı. Zorlu deneyimlerden geçti, İthaka’da yaşanılmayacak türden.

Tanrıların uyarısına rağmen, denizkızlarının çekici ve öldürücü sirenlerine açtı kulaklarını, tayfalarınınkini sıkıca tıkarken. Adorno, bu orijin kopuşu, haz ve çabanın ayrıldığı ilk “iş bölümü” olarak niteleyecekti. Derinden gelen büyüleyici çağrılar, soylu ve duyarlı kulaklara seslenirken; kulakları inceliklere tıkalı tayfaların da, tarih boyunca küreklere asılmak zorunda kalması olarak…

Oysa Odysseus, Athena’nın koruyuculuğunda, yalnızca kendi kendini sınamaktaydı, yol arkadaşlarını ölümcül tehlikelere atmadan. Tanrıçalarla ölümsüz aşklar yaşayacaktı o, kendi faniliğine aldırmadan. Sonsuzluğu sunan Tanrıçalara “hayır” diyecekti.

Kendi insanlığının ölümsüz hakikatine varmalıydı o, tanrılaşmadan…

Ama Odysseus, yeniden İthaka’yı düşünmeye başlamıştı. Sonunda, başladığı yere geri dönmüştü öznel sürecinde.

Ne var ki, ne kendisi aynı Odysseus’tu, ne de İthaka aynıydı bundan böyle.

Bıraktığı tahtı değildi özlediği. İthaka çok arzulanacak bir yer de değildi zaten. Kayalık, çorak bir adaydı. Homeros, “Orada sadece keçiler var,” derdi.

Oysa Odysseus, yine de İthaka’yı düşünüyordu.

Paradoksal bir duyguydu bu.

Odysseus’un bunca serüvenden sonra dönüp dolaşıp geldiği yer, kendi içsel gerçekliği, kendi öznelliğiydi.

Bir hakikate varıştı bu.

O, İthaka’nın, kendi topraklarının Kralıydı.

Odysseus orada doğmuş ve büyümüştü. Aşkları bile kendi dilinde güzeldi. Penelope onu bekliyordu yıllardır; gündüzleri halı örerek, geceleriyse aynı halıyı sökerek.

Bu edilgen bir bekleyiş değildi elbet.

Gündüzleri halıyı örmek, Penelope’u Odysseus’a götürüyor, ona bağlıyordu.

Bir hafıza kılgısıydı bu.

Geceleriyse, Ponelope aynı halıyı söküyordu; ilmikleri tek tek ayrıştırarak.

Bu da bir düşünce işleviydi.

Analiz, ayrıştırma, etimolojik olarak “düşünme” anlamına gelen bu kavramın, ilk olarak Homeros tarafından burada kullanıldığını söylemekteydi tarihçiler.

Penelope, bu hafıza örgüsü ve düşünce kılgısıyla Odysseus’un krallığını yaşatıyordu; o, geri dönene dek.

Kendisini sıkıştıran tahtın yeni adaylarından biriyle evlenmeye bir tek koşulla söz vermişti:

Ördüğü halı bittiği zaman!

Penelope’un bu unutmayan, düşünceli bekleyişi sayesinde, Odysseus’un tahtı boş duruyordu yıllardır.

Ne var ki Kalypso, bu güzel Tanrıça, Odysseus’u bırakmıyordu bir türlü. Ama kesin olan bir şey vardı: Odysseus İthaka’ya dönmeliydi. Kral Odysseus olarak vardığı kendi içsel hakikatin peşinden gidebilmek için…

Bu bir mitoloji, bir edebi kurgulama, Hemoros dâhiliğinin bir başyapıtı.

Ama mitoloji, aynı zamanda imgesel bir düşünce sistemi. En temel insanlık mekanizmalarını ve süreçlerini düşünen, açıklayan, tanımlayan bir imgesel düşünce rejimi.

Homeros burada bir özne olma, yani insanın kendi özdeksel kimliğinden, kendi egosundan çıkarak bilinmeyen topraklara yaptığı yolculukla gerçekleştirdiği bir öznel özgürleşme, bir evrensel özne oluş serüvenini betimliyor.

Deleuze’ün kavramıyla, bir topraksızlaşma sürecinin evrenselliğinden geçtikten sonra, insanın kendi topraklarına özgürce yeniden yerleşebilme serüveni bu.

Dionysos’un anonim yaratıcıdan parçalanarak ayrılması gibi, insanın bir özne olarak kendi hakikatini bulma sürecinde, kendi dışına çıkıp, topraksızlaşarak ulaşmayı amaçladığı bu evrensellik, yola çıkılan topraklara yeniden bir başka kozmik bilinçle geri dönüş deneyimi özünde.

Hegel’in deyişiyle, insanın kendi hakikatine, kendi topraklarının gerçekliğine, ancak bir başka yerden dolaşarak, bir başkasının deneyiminden geçerek ulaşabilmesinin paradoksu bu.

Odysseus bir kadın olabilir, Penelope’da onu özlemle kavuşmayı bekleyen bir erkek. Burada isimler bir cinsiyet değil, jenerik bir insanlık ifadesi.

Üstelik her öznel yolculuğa çıkanın, arkasında bir krallık bırakması da gerekmiyor.

Ama her zaman, güzel ve çekici bir orijin ülke fikri var geride bir sevgili gibi bekleyen.

Nazım’ın memleket özlemi,  Odysseus’un İthaka tutkusu gibi…

Ama önemli olan, bu sıra dışı deneyimin kendisi, yaşanan sürecin özgürleştirici serüveni.

Çünkü…

İnsanın kendi kendisiyle özdeşleşen, kendi kendisiyle aynı kalan “doğal” kimliğine sarılmak yerine, kendi dışına “göç” edip, bir “oluş” süreci yaşayarak kendisine yeniden döndüğü bir özneleşme serüveni bu.

Bir duygusal-düşünsel metamorfozla kendi özdekselliğinin dışına çıkan bu özne “oluş” serüveni; yerli/yabancı, ırkçı/hoşgörülü, aynı/öteki ikileminin cezbeden sığlığından çıkarak kafalarda özgürleşme ateşi yakan bir evrenselleşme, yani bir kimliksizleşme süreci özünde.

Yani, bir öznel ihtilal…

Tikel kimliklerin farklılığına saplanıp kalmayan, genelin anonimliğinde yitip gitmeyen bir evrensel özne “oluş”u gerçekleştirmek bu…

Tüm “özdeksel-aynılık” sınırları arasında özgürce dolaşan paradoksal özdeşleşmeler yaratabilen bir özgürleşme.

Ancak bu özgürleştirici Odysseus serüvenine çıkmak, öyle durup dururken olmuyor. Bu öznel yolculuk öyle sosyal statülere, işsizlik ya da güçsüzlüğe, teknolojiyi iyi kullanmaya ya da eğitimli bir orta sınıfa, vs. bağlı olgusal-sosyolojik bir nedensellikle ilişkili değil. Bu her insanın, insan olma kapasitesinde var olan bir özellik. Tarihin her döneminde her kesimden böyle bir kendi dışına çıkış öznelliği söz konusu.

Bu özgürleştirici Odysseus serüvenine çıkmak sadece bir başlatıcı “sembolik şiddet” gerektiriyor.

Kızıltepe’de 12 yaşında bir çocuğun 13 kurşunla vurularak, Hakkâri’de bir küçük kızın havan mermisiyle parçalanarak dünyadan erkenden göç etmeleri gibi…

Madımak’ta 35 insanın yakılması, Lice’de bir gencin sırtından vurularak öldürülmesi, Gezi Parkına bir şafak vakti yapılan baskın, 3 gösterici gencin polis şiddetiyle ölmesi, binlercesinin yaralanması gibi…

Evrensel bir adaletsizlik, ilahi bir skandal, bir “kabul edilmezlik” olayının ardından gelen isyanlarla başlıyor bu öznel yolculuk.

“Kabul edilemezlik” isyanı taşıyan bir adaletsizlik, Freudçu bir travma ile içe kapanan melankolik bir güçsüzlüğün tekrar mekanizmasını harekete geçirmek yerine; insanı kendisinin dışına şiddetle fırlatıp atan ayrıksı bir gücün varlığının öğrenildiği, öznel bir süreci başlatmakta çoğu kez.

Kendi sınırlarının dışına çıkmak, başka yerleri gidip görmek, başkalarının derdinden, acısından, yaşamından geçerek kendi hakikatine doğru, kimliksizleşerektopraksızlaşarak yürümek anlamında, radikal bir öznel “göç” bu.

“Kabul edilmezlik” işareti taşıyan bir çocuğun 13 kurşunla evinin önünde ölümü, bir havan mermisiyle bir kız çocuğunun oyun oynarken parçalanması, bir toplumun kaygısız insanlarını konforlu bir yaşamın güvenli sıradanlığından ve doğal egoizminden koparıp alır. Onu, yatağı aniden değişen bir akarsu gibi, düşünsel, duygusal, zihinsel ve mekânsal olarak kendisinin dışına çıkıp beklenmedik bir biçimde başka topraklara akmasına yol açar. Rutin yaşam kaygılarının ötesinde, başkalarının acısını, derdini, insanlığını içselleştirip kendi insanlığının bilincine varmasına doğru Odysseus tarzı bir öznel yolculuk serüveni başlatır.

Çünkü “kabul-edilmez-bir-olay” işaretiyle kendi dışına çıkarak yürüyen bir bilinç, gündelik akıntılara kapılan bir sürüklenme değil; bakışın, algının, düşüncenin, imgelemin özgürleştiği ortamlara doğru yürüyen aykırı adımların ilerleme çabasıdır.

Etrafında değişen manzaraların ritmiyle, kendi kendisinin dışına doğru “göç” edişine inatla devam edebilmek koşuluyla elbet.

Yol uzun olsa da…

Zira hakikat içsel kaldığı, Odysseusçu bir yolculuk, bir öznel-düşünsel “göç” yaşamadığı sürece, ne bir gerçeklik kazanabilmekte, ne de bir varoluş biçimi bulabilmektedir. Hannah Arendt’ın dediği gibi, içselin bir biçimde kendi dışına, kendinden öteye doğru bir yolculuk yaşaması, devinim özgürlüğünü başkasından geçerek başlatması zorunlu.

Acılı olsa da…

Hegel’in altını çizdiği gibi, kendisini bir söylemde dışa vurmayan düşünce, uçuk bir izlenimden öteye gidemiyor. Bir sanatçının ruhunun derinliklerindeki ilham, onun eserlerinde somutlaşmadığı sürece pek bir anlam ifade etmiyor.

Ama asıl önemlisi, bu içeriden dışarıya doğru özgürlşetirici “öznel göç” serüveninin, insan bilincinin kendisi için de geçerli olması.

Kendi kendisinin özdekselliğiyle sınırlı kalıp, kendi narsist aynılığı içine kapanan bir bilinç, kendisinin bilincinde dahi olamıyor.

İnsan bilincinin, kendini kavrayıp, tanıyabilmesi için, kendisinin dışına çıkması, İthaka’yı yaşamında bir kez dahi olsa terk edip, Gezi’den Lice’ye, Madımak’tan Amed’e bir Odysseus serüveni yaşaması gerekiyor. Kendi insanlığının hakikatine doğru yorulmadan, vazgeçmeden yürümek, kendi öznel ölümsüzlüğünü bulabilmek anlamında…

Daha da önemlisi, bu kendi kendisinin dışına cesaretle çıkan insan bilincinin, Odysseus tarzı serüvenlerini tanıyabilecek, değerlendirebilecek olanın da yine kendi kendisinin dışına duygusal ve düşünsel olarak çıkabilen, kendisi gibi bir öznel “göç” serüvenini yaşayabilen bir başka insan bilincinin olması.

Gezi Ruhu’nun etrafında bir araya gelen insan mozaiğinin oluşturduğu ortak-insanlık, ortak-yaşam deneyimi gibi.

Yani bir insan bilincinin insan bilinci olabilmesi, bir düşüncenin düşünce olarak değerlendirilebilmesi, bir insanın bir özne olabilmesi için bir başka insan bilincinden, düşüncesinden ve öznelliğinden geçmesi gerekiyor. Ancak bir insan bilinci, düşüncesi ve öznelliği bir başka insan bilincinin çabalarını insanca değerlendirip, hissederek, düşünerek selamlayabiliyor.

Kendi kimliklerinin içene kapanan bilinçlerin ötesinde, bir ortak-insanlığı duyumsamak buradan geçiyor.

Yani kendi özdeksel kimliklerinin dışına yürüyebilen öznellikler yaratabilmekten…

Böyle bir özneleşme kapasite hayvanlarda yok. Hayvanlar, Odysseusçu öznel bir yolculuk yapamıyor, kendi hayvansal konumlarının dışına “göç” edip, topraksızlaşamıyorkimliksizleşemiyor, paradoksal özdeşleşmeler gerçekleştiremiyorlar! Onlar sadece çizilmiş doğal sınırları içinde kalıyorlar!

Bu anlamıyla öznel olarak “göç etmek”, kimliksizleşmek ve topraksızlaşmak, her şeyden önce, kendi doğal hayvansal yaşamının dışına çıkıp kendi insanlığına doğru yürüyebilen bir insan-oluş serüveni.

Kendi kendisiyle doğal bir özdeşlik içeren bir “aynılık” olarak kalmak yerine, bir başkalaşım süreci yaşayarak kendi evinde evrensel bir öznellik olarak ikamet etme paradoksunu içermekte bu.

Her türlü özdeksel-lokal “kimlik” söyleminin revaçta olduğu bir ortamda, bu “düşünsel-imgesel göç”, bu öznel özgürleşme, özünde bir ortak-öznellik oluşturma sürecinin temelini ifade etmekte.

Deleuze’ün deyişiyle bir özne-insan “oluş” serüveni bu.

Yani…

Hölderlin’in belirttiği anlamda, “aynılık” kimliği üreten bütün “temsil etme”, tasarımlama, duyumsama, algılama ve düşünme biçimlerinde bir ihtilal gerçekleştirebilmek.

Paradoksal bir Odysseus serüveni olarak…

Yani…

Ben benim diyen totolojik bir “aynılık” kimliğini tekrarlamak yerine; “ben” öznesiyle “benim” yüklemi arasına bir başka varoluş, bir başka özne, bir “o” yerleştirebilme serüveni.

Yani…

Rimbaud’nun formüle ettiği biçimde, artık “Ben, bir başkasıdır” diyebilen paradoksal özdeşleşmeler oluşturabilme çabası.

Ötekini öteki, berikini de aynılık kimliğine hapseden bir skandal yerine; kimlikler arasında özgür dolaşıma çıkabilen, gerçekte mümkün olamayan paradoksal öznelliklerle ortak-insanlıklar yaratmak.

Hepimiz Hrant Dink’iz, demek gibi…

Yeryüzü sofralarında, eşit ve özgürce bir araya gelip, tüm farklılıklara rağmen bir ortak-insanlık yaratabilen yeryüzü çoçukları olabilmek gibi.

Yani…

Usta romancımızın dediği gibi, bir tepeden bakış poz,syonu olarak “Ötekinin sesi olmak” değil mesele. Tersine ötekiler, yabancılar, düşmanlar yaratan kendi aynılıkçı kafalarımızı değiştirebilmektir asıl yapmamız gereken.

Ötekiler yaratan “aynılık” konsensüsünün kendi kendisiyle olan kurgusal-imgesel ilişkisini, Gezi Ruhu’nda olduğu gibi başka dünyalarla karşılaşarak, başka öznelerle bir araya gelerek yaratılan özgür ve eşitlikçi ortak-insanlıklarla yeniden yapılandırmaktır.

Marifet, ben benim, ötekini önce “hain” ilan eder, sonra da linç ederim; ya da ötekini önce “mağdur” görür sonra da yardım ihsan eylerim, demek değil… Gezi Ruhu’nun gösterdiği gibi, Ben, evrensel haksızlıklar karşısında, artık kendim de bir başkasıyım, ötekini de bu Odysseusçu öznel özgürleşmeye çağırırım, diyebilmektir asıl bir ülkenin kader birliğini oluşturan.

Gezi’den Lice’ye, Madımak’tan Amed’e Park Dayanışmalarının gösterdiği gibi, özneleşme ve ortak-öznellik oluşturma serüveni, öncelikle kendi kendisinin dışına çıkabilen bu Odysseusçu öznel özgürleşme serüveninden geçer.

Ancak bu öznel özgürleşme, sosyal, etnik, cinsel, dinsel “aynılık”/“ötekilik” kimliklerinin ve “alt/üst” hiyerarşilerinin dışına çıkan otonom bir kolektif bilinç ve eşitlik temelinde ortak bir insanlık oluşturulabilir.

Yani…

Bu topraklarda, mağdur “ötekilerin” sesi olmaktan çok, öncelikle kendi kendisiyle “aynılık” taşıdığı iddiasında olan ve bundan dolayı bir “üstlük” taşıdığını sanan başta “Türk” kimliğinin Odysseus tarzı radikal bir öznel göç yaşaması, kendi içine hapis olma durumundan özgürleşmesi gerekir.

“Türkiyeli olmak”, her karışı kanla sulanmış bir “kutsal toprak” imajından ve otoriter bir “aynılık” taşıyan ulus-devlete indeksli kurgusal bir milliyetçilik kimliğinden kendini kurtarmalı.

Bu Odysseusçu özgürleşme serüveni öncelikle Gezi Ruhu ile İzmir’den, İstanbul’dan Hakkârilere, Şemdinlilere, Madımaklara, Licelere öznel-düşünsel-duygusal gidip-gelmelerden geçmektedir.

Miting yapmak, soruşturma başlatmak, yasak ve ceza uygulamak ya da insani yardım için değil. Kendi kendisinin içine hapsolmuş kafaların, kendi özdeksel-aynılık sınırlarından özgürleşebilmesi için.

Gezi Ruhu’nda olduğu gibi, bir Türk’ün, Türkiyeli bir yurttaş olabilmesi, öncelikle, bir havan mermisi ile vücudu ve tüm umutları parçalanan bir Kürt çocuğu “oluş” öznelliğinde soru sormaktan geçmekte:

Neden?

“Biz birlik, beraberlik ilkesiyle kurulduk,” isek…

Neden, Fırat’ın ötesinde çocuklar evlerinin önünde 13 kurşun sıkılarak, havan mermileriyle parçalanarak ya da bir gosteri sırasında sırtından vurularak ölüyor hala?

Sonuçta bu topraklarda yaşanacak demokrasinin ve barışın yolu, Türklüğün, önce kendi kurmaca “aynılık” kimliğinin dışına çıkıp, yapılan tüm lokal haksızlıklara demokrasi, adalet ve tüm insanlık adına karşı çıktıktan sonra, kendisine (titreyerek değil) özgürleşerek yeniden dönmesinden geçiyor.

Bu topraklarda kurulacak ortak bir demokratik dünya ve barış ancak böyle mümkün.

Aynılıkçı Türklüğün yadsıdığı her öteki mağdurun da; bölgesel geri kalmışlık, etnik, mezhepsel ve dini dışlanmışlık kimliklerine indirgenmiş çaresizlik durumundan aynı Odysseus tarzı özneleşmeyle çıkıp özgürleşmesinden geçmekte demokrasinin ve barışın yolu.

Yani…

Ötekinin, “öteki” olarak mağdur kimliğinin tanımasını talep etmekten öte; kendi etnik-kültürel sınırlarının dışına çıkabilmiş ve özgürleşmiş bir öznel-güç olarak, uğradığı haksızlığı evrensel boyuta taşıyabilen, yani tüm insanlık ve toplum adına konuşabilen bir evrensel politik öznellik yaratabilmekten geçmekte bu toptakların eşitlik ve özgürlük temelindeki kader birliği.

İşte Türkiye denilen bu topraklarda, demokrasinin ve barışın öznesi ve aktörü olan özneleşmenin, Türkiyeli ortak bir toplumsal-öznelliğin yaratılması, Gezi Ruhu gibi, her türlü özdeksel kimliklerin dışına çıkabilen, bu paradoksal özdeşleşmelerle ortak-insanlıklar yaratmaktan ve bu özgürleştirici Odysseus serüvenlerini ortak olarak yaşamaktan geçmekte…

Yani…

İnsanlığı ikiye bölen kutsal-aynılık-ittifakı ve mağdur-öteki kimliğinin sınırları ötesinde, Gezi Ruhu gibi, özgürce dolaşan ortak-öznellikler oluşturmayı başarabilmekten geçmekte…

Park Meclisleri’nin yaptığı gibi,  Odysseusçu bir öznel-topraksızlaşma ve kimliksizleşme sürecinin evrenselliğiyle özgürce ve eşit olarak, tüm farklılıkların zenginliğiyle hep birlikte, yeniden kendi topraklarına yerleşebilme serüveninden geçmekte…

Bir politik özgürleşme süreci yaşayarak, kendi evinde, kendi etnik-dini kimliğinden ötede bir evrensel insan olma öznelliğiyle oturabilmekten geçmekte…

Yani kendi özdeksel-kimliklerinin ve doğduğu topraklarının dışına inatla yürüyebilen paydaş Türkiyeli ortak-öznellikler yaratabilmekten geçmekte bu demokrasi ve barış süreci…

Kısacası çözüm:

Kendi insanlığımızın, öznel hakikatimizi bilincine bir başkasının insanlığından, öznelliğinden geçerek ulaşabilme paradoksundan geçmekte…

Yani bölünüp, parçalanıp kendi özdeksel kimliğine hapsolmak yerine, başkasının haklı davasını içselleştirerek, öncelikle kimliklerin kendi kendisiyle olan imgesel-kurgusal ilişkisini nasıl yapılandırması, kendisiyle ilgili ne tür bir özgürleştirici kurgusal-öznel-hakikat yaratması gerektiğini düşünebilmekten geçmekte…

Çünkü bu ülkede, askeri cunta mı, sivil darbe mi? Kimler dinci, kimler laiktir? Ergenokon davaları mı, Cumhuriyet mitingleri mi? Kimler vatansever-milliyetçi ya da linççidir? Kimler kökü dışarıda vatan hainidir ve linç edilmelidir? Avrupa Birliği açılımı mı, Ulus-Devletin kutsallığı mı? Kürtler mi, Türkler mi? Hukuk devleti mi, derin devlet mi? Milliyetçilik mi, demokratlık mı? Liberalizim mi, sosyalizm mi? Üst kimlik mi, alt kimlik mi? tartışmalarının özünde yatan temel soru şudur:

Kimlikçi “aynılık”/”ötekilik” bölünmesi ötesinde, tüm paysızları ve dışlanmışları içine alabilecek, ne tür bir paydaş Türkiyeli demokratik “halk” öznelliği kurgulanmalı bu çılgın toprakların gerçekliğinde?

Günümüzde kapitalin, metaların ve sanıların genel-anonim dolaşımı içinde kaybolan modern bireyin nihilist yaşamını; etnik, ulusal, dini kimliklere sarılarak, bölüp, parçalayarak, parti yandaşlığıyla doyurmaya ve miting meydanlarındaki gönüllü kulluk furyasıyla kıvançlı kılmaya çalışan histerik ve şizofren bir kurmaca-aynılık kimliği mi?

Yoksa tüm özdeksel “aynı”/”öteki”, “alt”/”üst” kimlik saplantılarının tehlikeli topraklarının ötesinde, ayrı dünyaları demokratik eşitlikte özgürce bir araya getiren, lokal haksızlıklara evrensel boyutlar kazandırabilen, herkese açık, tüm “insanlığın sesi” olabilen özgür bir Türkiyeli ortak öznellik yaratmak mı?

Yani, inatla sürdürülen dışlayıcı, bölücü, parçalayıcı bir aynılıkçı tekrar mekanizması-kurmacası mı?

Yoksa bir özgürleştirici Odysseus serüveniyle demokrasi ve barış adına tüm tasarımlama, duyumsama ve algılama biçimlerinde radikal bir öznel-ihtilal yapmak mı?

Yani…

Ne tür bir politik özneleşme?

Nasıl bir Türkiyeli ortak-insanlık öznelliği?”

Ne tür bir Politeia (Anayasa)?

Seçim bize, hepimize, yani bu ülkede yaşayan tüm yurttaşlara, her eşit ve özgür insana ait…

(Not: Bu makale ilk olarak 12 Aralık 2005 yılında “Odysseüs Serüveni ve Özneleşme” başlığıyla Gazetem.net’te yayınlanmıştır.)