Felsefi Sorular -II- Hangi Batı, Hangi Doğu Eleştirisi?

Temel bir mantık sorusuyla başlayalım.

Voltaire’den, Nietzsche’den Foucault’ya kendi Batı-Hristiyan uygarlığının fanatik iktidarlarını sorgulayan filozoflarının cümlelerini tekrarlayarak, “bak görüyor musunuz kendileri zaten söylüyor, bu Batı-Hiristiyan uygarlığı bitmiş, çürümüş, ahlaksızlaşmıştır” deyip; sonra da, Batı’yı bu kendi eleştirel düşüncesiyle birlikte yekpare bir model olarak çöpe atıp, bu göz boyamayla Doğu-İslam uygarlığının yüceliğinin temellendirildiğini sanmanın neresi geçerli bir akıl yürütmedir?

Yani…

Batı uygarlığının kendi içindeki Hristiyanlığın siyasi iktidarı ve sosyal yaşamı belirleyen dogmalarına karşı verdiği mücadeleyle gerçekleştirdiği kendi fikirsel Aydınlanma’sına dışarıdan hasetlikle saldırıp, Modernizm karşıtlığı altında, aslında El-Gazzâlî’den İbn-i Rüşd’e kendi Doğu uygarlığının içindeki İslam filozoflarının tüm insanlık için yakmış olduğu aklın evrensel ışığının inançları aydınlatma gücünü, rivayetlere, hurafelere, fanatizme, komplo teorilerine indirgeyerek karartıp yok etmenin neresi felsefedir?

Yani…

Batı uygarlığının kendi içinde çağ açıp kapayan devrimleriyle Kilise-Monarşi ittifakının dini bir toplum örgütlenmesi modeli olarak dayatmasına son verip,  inancı özel-kişisel bir özgürlük alanı olarak kabul ederek kendi içinde yarattığı seküler kamusal alana öfkeyle saldırıp; sonra da İslamafobi mağduriyeti altında, aslında kendi İslam uygarlığının inanç zenginliğiyle kendi içinde yaratmış olduğu Sufilik-Bektaşilik gibi çokluk içeren inanç biçimlerini ve mistik ruhun maneviyatını, tek tip mitolojik-saf bir İslam (Wahhabizm) dayatmasıyla biçimsel ritüellere, yüzeysel şablonlara ve yasaklara indirgeyerek yok etmenin neresi derin ve bilge bir inançtır?

Yani…

Batılı eleştirel düşünce geleneğinin filozoflarının kendi Batı uygarlığını eleştirdikleri eserleri Batı-Hristiyan uygarlığının topyekûn kendi çürümüşlüğünün kanıtı olarak sunarak, kendi Doğu İslam uygarlığının hikmetini savunuyormuş yanılsaması yaratıp; Batı karşıtlığı altında, aslında kendi Doğu-İslam uygarlığının kendi içindeki çoğulculuğun sağlıklı yaşam dinamiğini oluşturacak her türlü eleştirel-rasyonel düşünceleri, fikir tartışmalarını, ifade ve inanç özgürlüğünü din düşmanlığıyla suçlayarak, kutsala hakaret sayarak susturup, kriminalize ederek tek tip betonarme-kafalar ve totaliter bir toplumu yaratmanın neresi bir teolojidir?

Yani…

Batı düşünürlerinin, gençliğinin, emekçi halklarının yüzyıllar boyunca kendi uygarlıklarının içindeki kendi despotik-monarşik iktidarlarına, faşizmine-Nazizm’ine, feodal-kapitalist hiyerarşik zenginliğine, sömürgeciliğine-militarizmine, toplumsal adaletsizliğine karşı kendi içlerinde verdikleri mücadelelerini, bir uygarlığın kendi içinde kendi doğrularını ve adaletini arayan iç çatışmalarının yaşamsal dinamiği olarak değerlendirmek yerine, “bak görüyor musunuz, Batı-Hristiyan uygarlığı kendi içinden yıkılmış, bitmiştir” deyip, bu safsata argümanını kendi Doğu-İslam uygarlığındaki ümmetin, fitnesiz (bölünmez) tek bir vücut olarak ayağa kalkması gerektiğine kanıtmış gibi göstererek; aslında, Batı karşıtlığı kisvesi altında, kendi Müslüman halklarını yoksulluğa, cahilliğe, baskıya, zulme, haksızlıklara, yasaklara layık gören, her türlü demokratik muhalefeti ve hak mücadelesini kanla bastıran kendi yerel Müslüman diktatörlerinin adaletsiz iktidarlarının bekçiliğini yapmanın neresi muhafazakârlıktır?

Yani…

Aslında öncelikle kendi paranoyamızdan ve mağduriyet psikolojimizden kurtulmak, kendi şizofrenimize, kendi uygarlık krizimize ve kendi içimizdeki diktatörlerimize doğrudan bakabilmeyi öğrenmek; öncelikle kendi yerel takıntılarımızdan özgürleşerek kendimizin evrensel bir özne olabilme ve tüm insanlığa seslenebilme kapasitemiz üzerinde ciddi bir biçimde düşünmeye ve çalışmaya başlamak gerekmiyor mu artık?

Yani…

Batı’nın gizli servislerinin karıştığı fantezilerle, komplo teorileriyle ve fantastik-reel politika senaryolarıyla kendi hastalıklı narsizmimizi ve kendi çaresizliğimizden kaynaklanan paranoyamızı gizlemenin kolaycılığını artık bir kenara bırakıp, asıl içinde yaşadığımız Doğu-İslam uygarlığımızın ve Müslüman ülkelerimizin içinde bulunduğu kendi durumunu bizzat somut olarak düşünmek ve değerlendirmek gerekmiyor mu?

Yani…

Bugün içinde yaşadığımız Doğu-İslam uygarlığı adına ne tür toplumsal modeller sunuyoruz?

Yani…

Bugün İslam uygarlığı adına Müslümanlara ve tüm insanlığa ne tür bir kolektif yaşam, ne tarz bir din ve iktidar ilişkileri öneriyoruz?

Soralım, düşünelim…

30.01.2015

Yazar: Metin Gönen