Felsefi Sorular –III- Din ve İktidar, Selefizm

Öncelikle, kendi güvensizliğimizden kaynaklanan, her yerde bizi yok edecek düşmanlar görme paranoyamızdan; kendi yetersizliğimizden kaynaklanan mağduriyet ezikliğiyle intikamcı nefretin şiddeti arasına sıkışmış kalmış şizofren dünyamızdan öznel bir özgürleşmeyle kurtulmalıyız. İç görü ve özgüven ile bakışımızı özgürleştirerek, kendi fikirsiz yaşamlarımızla yarattığımız kendi uygarlık krizimizi, kendi gönüllü kulluklarımızla yarattığımız despotik toplum modellerimizi tüm çıplaklığıyla görebilmeliyiz. Öncelikle kendi yerel kimliklerimizin tüketici rekabeti arasına sıkışmış kalmış vücutlarımızı ve zihinlerimizi özgürleştirerek, kendimizin evrensel bir özne olabilme ve tüm insanlığa seslenebilme kapasitemiz üzerinde cesaretle düşünmeliyiz.

Yani…

Batı’nın gizli servislerinin karıştığı fantezilerle, komplo teorileriyle ve fantastik-reel politika senaryolarıyla kendi kırılgan narsisimizi gizlemenin kolaycılığını artık bir kenara bırakıp, asıl içinde bulunduğumuz kendi somut durumumuzu objektif olarak sorgulamalıyız.

Bugün içinde yaşadığımız Doğu-İslam uygarlığı adına insanlığa ne tür inanç sistemleri ve toplumsal modeller sunuluyor?

Yani…

Bugün İslam uygarlığı adına, Müslümanlara, tüm insanlığa ne tür din ve siyasi iktidar ilişkileri öneriliyor?

Düşünelim…

Öncelikle günümüzde revaçta olan, ama anlam ve kafa karışıklığına yol açan bir kavramdan ve ifade ettiği teolojik-politik hakikatten başlayalım:

Selefizm.

Batı Hristiyan uygarlığına korku salan, Doğu-İslam uygarlığında tüm Müslümanlar adına medyatik olarak sahnede olan, dünyanın gündemindeki Selefler.

Bugün medyada ve günlük konuşmalarda Selefler topyekûn radikal bir İslam figürü ile özdeşleştiriliyor. Bu kavramın altına yeryüzündeki her türlü radikal İslam düşüncesi ve pratiği ayrımsız bir şekilde yerleştiriliyor.

Hem Doğu’daki Müslüman ülkelerde, hem de Batılı Hristiyan ülkelerde yaşayan Müslümanların, Batı Modernizminin yozlaştırıcı etkisiyle dinden uzaklaştığı inancıyla yeniden saf İslam geleneklerine uygun olarak dindarlaştırmasını savunan ve bunun için militan bir çaba içinde olan dindar Müslümanlar, Selefler olarak niteleniyor.

Ama…

Hem Doğu’daki Müslüman ülkelerde, hem de Batı’daki Hristiyan ülkelerde yeniden dindarlaşanMüslüman gençlerin, aynı zamanda politik bir radikalleşmeyle Cihatçı (kutsal savaş) İslamcılara dönüşüp, vatandaşı oldukları hem Doğu’nun hem de Batı’nın kâfir devletlerinin şeytani iktidarlarına karşı savaşan siyasi-dindar İslamcılar haline gelmesi de, aynı şekilde Selefler olarak adlandırılıyor.

Oysa…

İkisinin de Selefler olarak nitelenmesine rağmen, aralarında önemli bir fark var.

Bu, birilerinin militan maneviyatçı dindar diğerlerinin de silahlı Cihatçı dindar olmasından öte temel teolojik ve politik bir fark.

Yani…

Militan-dindar Selefler ile silahlı Cihatçı Selefler arasında “din ve iktidar” ilişkisi konusunda prensipte teolojik olarak dolayısıyla pratikte politik olarak temel bir farklılık var.

Militan dindar Selefler; İslam’ın, Peygamberin ve dört halife dönemindeki dindar atalarının (salef) orijin geleneklerine ve başta Kuran olarak yazılı-sözlü temel kaynaklarına dönerek (sunna), saf bir inancı, her türlü tarihsel bağlamdan ve güncel yorumdan (içtihat) arındırılmış bir şekilde, siyasi iktidarın dışında kalarak yaşamak isteyen bir İslam anlayışını ve seküler olmayan dindar bir toplum modelini savunuyorlar.

Cihatçı Selefler ise, aynı şekilde militan-dindar Selefler gibi Peygamberin ve dört halifenin geleneğine, her türlü tarihsel bağlamdan ve yorumdan arındırılmış bir şekilde temel kaynaklarına dönen (fundamentalist) saf bir İslam’ı savunuyorlar; ama aynı zamanda da, dindar Seleflerin tersine, Batı-Şeytan uygarlığına ve onların Müslüman işbirlikçi iktidarlarına karşı silahlı şiddet dâhil her türlü araçla savaşmaktan İslam Devletleri kurmaya kadar, siyasi iktidarı da dini pratik içine katan bir İslam teolojisini ve politik toplum modelini savunuyorlar.

Dindar Selefler, ilk orijin geleneklere dönüp, saf İslam’ı, her türlü siyasi iktidarın dışında bir maneviyat olarak kendi içlerinde bir sivil İslam toplumu olarak yaşama düşüncesine ve pratiğine sahipken; Cihatçı Selefler, kâfir Batı’ya ve işbirlikçi Müslüman ülkelerin iktidarlarına karşı her yerde her biçimde sonsuz bir savaşı sürdürmeyi ve İslam Devletlerinin siyasi iktidarlarını dinin kutsal temeli üzerinde kurmayı savunan bir teolojiye ve teolojik-politik (teokratik) bir iktidar pratiğine sahipler.

Yani…

Militan-dindar Selefler, özde aynı İslam inancıyla din ve iktidarı birbirinden ayırıyorlar.

Cihatçı Selefler ise, aynı İslam inancıyla dini ve iktidarı birleştirerek; dini, siyasal iktidarın (devlet) ve toplumun kutsal ideolojik temeli yapıyorlar.

Düşüncede ve pratikte, militan-dindar Selefler aynı İslam inancıyla, saf dini geleneklere geri dönme adına, aslında, paradoksal bir biçimde, Batı Aydınlanmasının ve toplumsal devrimlerinin sonucu din (Kilise) ve siyasi iktidarı (Devlet)  birbirinden ayıran modern laiklik prensibine benzer bir ilerikonumu savunarak, dini inancı ve maneviyatı devlet ve siyasi iktidardan ayırarak yaşamayı savunuyorlar.

Buna karşın…

Aynı İslam inancıyla, aynı geleneksel-temel dini kaynaklara geri dönmek adına, Cihatçı Selefler, Batı Modernitesi öncesine benzer bir konuma geri dönerek, İslam dini zaten siyasi bir toplum örgütlenmesidir diyerek, karşı çıkılabilecek-tartışmalı bir dünyevi siyasal iktidarı, dinin tartışılmaz manevi kutsallığı ile meşrulaştırıp aslında siyasal iktidarın (devletin) dünyevi karakterini din ile aşkın, dokunulmaz ve tartışılmaz kılıyorlar (teokrasi).

Yani

Din ve iktidar ilişkisinde temelden farklı olan iki prensip ve pratik söz konusu.

Militan-dindar Selefler için, devlet şeriat ile (kutsal yasalarla) yönetilse dahi, din ve siyasi iktidar birbirinden ayrılmalı; dindarlar siyasi iktidardan, yani devletten uzak durmalıdır.

Cihatçı Selefler için, devlet şeriatla yönetilse dahi, din ve siyasi iktidar totaliter olarak bir bütün olmalı; dindarlar siyasi iktidarı da ele geçirmeli, yani devleti de yönetmelidir.

Sonuçta Selefler olarak nitelenen fundamentalist Müslümanlar, aynı İslami inanca sahip olmakla birlikte, din ve iktidar ilişkisi ve toplum modeli konularında kendi içlerinde temel bir farklılığa sahipler.

Peki…

Neden, bu konuda, Selefler, kendi içlerinde homojen bir teolojiye ve siyasi pratiğe sahip değiller.

Neden, aynı saf-orijin İslam inancı, iki farklı din ve iktidar ilişkisi prensibi ve toplum modeli doğuruyor?

Bu soruya yanıt vermeden önce, Burada aslında genelde Selefler olarak adlandırılan militan-dindar Selefler ile Cihatçı Seleflerin kendi arasındaki bu temel farklılıktan daha önemli bir farklılığın bu kez tüm Selefler ile ismini aldıkları asıl Selefia hareketi arasında bulunduğunun altını çizmek gerekir.

Yani…

Günümüzün hem militan-dindar Seleflerin hem de Cihatçı Seleflerin ortak olarak ismini aldıkları Selefia adlı İslami düşünce akımının kendisiyle de, aynı İslam inancına sahip olmalarına rağmen, teolojik prensipte, dolayısıyla din ve iktidar konusunda pratik ilişkide önemli farklar vardır.

Selefia, XIX. Yy. sonunda ve XX. Yy. başında Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışıyla Batı sömürgeciliği ve Batı Modernizmi ile aynı anda karşılaşan İslam uygarlığının kendi içinde reform yapması gerektiğine inanan Müslüman düşünürlerin oluşturduğu bir harekettir. Bu İslami düşünce hareketi, hem Batı emperyalizmine karşıdır, hem de aynı dönemde kendi İslam uygarlıklarında doğmakta olan kendi Müslüman diktatörlerinin siyasi iktidarlarına karşıdır. Hem İslam’ın Peygamber dönemine, ilk dindar atalarına (selef) hem de Kuran ve Hadislere yani temel kaynaklara dönmeyi savunur, ama aynı zamanda reformcudur; çünkü temel kutsal kaynakların içinde bulunulan kritik tarihsel koşullara göre güncel yorumlarının (içtihat) yapılması gerektiğini savunur.

Yani…

Her yeni yorum, kutsal kaynaklardan farklı bir hakikat yaratacağından, Selefia, İslamiyet’te düşüncenin ve çoğulculuğun önünü açar.

Oysa…

Günümüzün militan-dindar Selefleri de, Cihatçı Selefleri de, hepsi birden, temel kaynakların tarihsel koşullara göre ele alınmasına da, herhangi bir güncel yoruma tabi tutulmasına da karşıdır.

Peki…

Neden?

Neden bir yandan, hem militan-dindar Selefler ile Cihatçı Selefler arasında din ve iktidar ilişkileri konusunda temel bir farklılık var; hem de diğer yandan, günümüzün bu Seleflerinin her iki tarafı ile adını aldıkları XIX. yy.ın ilk Selefia düşünce hareketi arasında kutsal kaynakların yorumu (içtihat) ve yorumlama çabasının teolojik-pratik sonuçları konusunda temel bir farklılık var?

Neden, aynı İslam inancı, aynı Müslüman ümmet içinde tarihsel olarak farklı zamanlarda farklı bir teoloji ve pratik yaşam doğuruyor?

Çünkü…

Mantıksal olarak ele aldığımızda…

1500 yıl sonra kutsal kaynaklar yoruma (içtihat) kapalıdır ya da açıktır demek de, sonuçta belli bir tarihte, belli bir mekândaki koşullara göre yapılmış dünyevi yorumlardır. Kutsal kaynakların kendisi, tanımı gereği aşkın ve mutlaktırlar. Ama bu kutsal kaynakların kendisini yorumlamak, dünyevi koşullara içkin, bu nedenle de görecedirler. Kutsal kaynakların bu yorumları, sadece benzer diğer yorumlar arasında birer yorumdur. Dolayısıyla içtihat çabasına girişmeden önce, kutsal kaynaklar için “yorum yasaktır ve gereksizdir” ya da “yorum serbesttir ve gereklidir” demenin ikisi de sadece birer yorumdur.Bu yorumların kendileri de, kendi içlerinde kutsal kaynakları yorumlamış olmaktadırlar ve doğal olarak bu farklı yorumlardan olumlu (içtihat serbest) ya da olumsuz (içtihat yasak) şekilde farklı sonuçlara varmaktadırlar. Bu konunun temel biçimsel-mantıksal sorunsallığıdır.

Ancak…

Bu durumu felsefi olarak ele aldığımızda ise…

Başka bir pratik mantıksal-felsefi içerik sorunsallığı karşımıza çıkar.

İster kutsal kaynaklar içtihat yasak diye olumsuz bir şekilde yorumlansın, isterse de içtihat serbest diye olumlu bir şekilde yorumlansın; bu durumda asıl bu tarz yorumları, kim, ne adına ve kimin için yapacaktır sorusu önemlidir…

Çünkü bu durumda, pratik olarak tüm dünyada gerçekleşen bellidir.

Ya…

Tüm Müslümanlar kendi dini inançlarını yaşamak için, kutsal kaynaklarını bizzat kendileri aracısız (ruhbansız) bir şekilde kişisel olarak yorumlayıp değerlendireceklerdir. (Bu prensip, pratik olarak zaten pek mümkün değildir; çünkü dünyadaki Müslüman nüfusun % 80’i Arapça bilemektedir.)

Ya da…

Dünyevi birileri çıkıp (ruhban), bunu kendine vazife olarak biçerek, diğer Müslümanlara ben sizin için bu kutsal kaynakları değerlendirip yorumlayacağım ve size aktaracağım diyecektir.

Ama…

Bu, her iki durumda da, kutsal kaynakların dünyevi bir değerlendirmesi ve yorumu olacaktır.

Yani…

O zaman, her iki durumda da, tarihe, coğrafyaya, kültüre bağlı olarak ortaya çoğulcu bir İslam anlayışı ve pratiği çıkacaktır.

Zaten…

Yeryüzünde, İslam uygarlığının içerdiği çokluk ve farklılıklar bu tarihsel-olgusal gerçeği göstermektedir. İslam uygarlığındaki bu çoğulculuk, XIX. Yy. İslami düşünce hareketi olan Selefiaiçin olması gereken doğal bir durumdur; çünkü kutsal kaynakların koşullara ve zamana göre yeniden yorumlamasının (içtihat) gerekliliğini savunur. Bu nedenle, Selefia düşünce hareketinin fikirleri kendi içinde bir biçimsel-mantıklı bütünlük ve felsefi-içeriksel bir tutarlılık oluşturur.

Ama…

Aynı konuda, aynı İslam inancının ümmeti olan günümüz hem militan-dindar Selefleri hem de Cihatçı Selefleri, yeryüzündeki popüler İslam pratiğinin bu çoğulculuğuna ve farklılıklarına karşıdır.

Çünkü…

Genel olarak günümüzün Seleflerine göre, tek tip saf bir İslam vardır. Yeryüzündeki bütün Müslümanların farklı coğrafi ve kültürel geleneklere göre yaşadığı bu dini inançtaki çoğulculuk, dejenere olmuş popüler bir İslam’dır. Bu popüler inanç İslam’ın bir din olarak yeryüzüne inmesinden önceki döneme benzeyen bir Cahiliye dönemidir. İslam uygarlığının filozoflarından tasavvufçularına, ermişlerinden türbelerine tüm bu farklı rasyonel İslam düşüncesi geleneği ve İslam uygarlığının mistik maneviyatı, Cahiliye dönemini oluşturan birer sapmadır. Bu Cahiliye döneminden çıkmak için İslam’ın sadece ilk orijin-temel kaynağı Kuran’a, Peygamber’e ve 4 halifenin geleneklerine geri dönmek, bunun dışında her türlü referansı ve geleneği reddetmek gereklidir demektedirler. Bu şekilde günümüzün Selefleri için de, kendi içlerinde bir teolojik prensip ve içeriksel-dini düşünce açısından bütünlük ve tutarlılık söz konusudur.

Ama burada, biçimsel mantıki ve felsefi bir temel sorun vardır.

Seleflerin bu dünyevi ve görece yorumu; yeryüzündeki ve İslam uygarlığındaki diğer dünyevi ve görece yorumlar arasında olan sadece bir yorumdur.

Yani…

Diğer yorumları ve gelenekleri yok etmeyi haklı ve meşru kılacak kendine içkin bir kutsallığı ve mutlaklığı yoktur. Bu aşkın eksikliği ve dünyeviliğin göreceliğini mutlak bir otoriteye dönüştürmek için bir sihir gereklidir.

Selefiler, tanım olarak kutsal kaynakların (Kuran) aşkın ve mutlak olan tartışılmaz meşruluğunu, kendilerinin dünyevi koşullara içkin ve görece olan tartışmalı yorumlarının dokunulmaz-ilahi temeli yapmaktadırlar.

Yani…

Seleflerin (aşkın ve mutlak olan) kutsal kaynakları yorumlamaları, diğer herhangi bir yorum gibi tartışmalı dolayısıyla temellendirilmesi gereken bir yorum iken; Selefiler, bu kendi dünyevi yorumlarını (dayandıkları kutsal kaynağın kendisi gibi) bir aşkınlık içeren, kutsal ve mutlak bir hakikatmiş gibi göstererek diğer Müslümanlara dayatmaktadırlar.

Yani…

Kutsal kaynakların dünyevi yorumunun kendisi, bir sihirli dokunuş ile görece bir yorum olmaktan çıkıp kutsal ve mutlak, dolayısıyla tartışmasız kabul edilmesi gereken aşkın bir hakikate dönüşmektedir.

Ama…

Burada asıl sorun, Seleflerin kendi tarihsel ve dünyevi yorumlarını kutsal kaynakların kendisi gibi aşkın ve mutlakmış gibi, farkı yorumlara göre yaşayan tüm diğer Müslümanlara empoze etmeye çalışması değildir.

Burada asıl düşünülmesi gereken İslam uygarlığının tarihselliği ve coğrafi bütünlüğü içeresindeki çoğulculuğunun ve zenginliğinin kendi mantıksal ve felsefi durumdur.

Yani…

Aynı İslam inancı; aynı ümmet içinde, üstelik kutsal kaynaklar yoruma kapalıdır diyen tek tip bir İslam anlayışının savunulmasına rağmen, yine de Endonezya’dan Suudi Arabistan’a, Tunus’tan Sudan’a Müslüman ülkelerin kendi gerçekliğinde, dindar yaşam pratiğinde, din ve iktidar ilişkilerinde, toplum modellerinde farklılıklar doğurmaktadır.

Neden?

Çünkü…

Buradaki temel sorun şudur:

Kutsal kaynaklar, güncel durumlara göre yeni yorumlara kapalı da olsa, açık da olsa; bu kutsal kaynakları dünyevi olarak kim, hangi sıfatla, ne adına ve kimin için değerlendirecektir?

Asıl soru budur.

Yani…

Kutsal kaynaklardan tek tip bir İslam anlayışı yorumu çıkaranlar ve bu anlayış da bundan böyle “yeni yorumlara (içtihat) kapalıdır” diyenler kimlerdir ve kimlere ne adına, hangi sıfatla seslenmektedirler?

Aynı şekilde…

Aynı kutsal kaynaklardan, tarihsel koşullara ve farklı coğrafyalara, farklı zamanlara göre yeni yorumlar (içtihat) yapılabilir anlayışını çıkaranlar ve bu yoruma göre İslam uygarlığındaki çoğulculuğun dinen doğal olduğunu değerlendirenler kimlerdir, kimlere ne adına, hangi sıfatla seslenmektedirler?

Bu farklı yorumları kutsal kaynaklardan gelen mutlak bir otoritenin tartışılmaz meşruluğuyla mı yapmaktadırlar?

Papalık mercii gibi yüksek bir dini otorite olarak mı?

Müslümanlıkta günümüzde böyle bir dini otoritenin olmadığı bilinmektedir.

O halde…

Bu değerlendirmeleri ve yorumları yapanlar, sadece kendilerine rastlantısal olarak bir dünyevi görev biçen, yeryüzüne içkin görece figürler midir?

Eğer…

Kutsal kaynaklardan gelen mutlak otoriteleri yoksa ve dünyevi-rastlantısal-görece figürler olarak, kutsal kaynakların değerlendirilmesi sonucu“içtihat yasak” ya da “içtihat serbest” diye farklı yorumlar yapabiliyorlarsa, bu yorumları farklı yorumlara göre dini inancını yaşayan diğer Müslümanlara nasıl kabul ettirecektirler?

Yani…

Kutsal kaynakların bu farklı dünyevi-rastlantısal yorumlarının, her ikisi de, sadece kendisinin yeryüzündeki tüm İslam uygarlığı için geçerli tek tip bir hakikat yorumu ya da çoğulcu bir inanç olduğu yorumuna diğer Müslümanlar tek tek nasıl inandırılacaklardır?

Düşünerek, akıl yürüterek, argüman sunarak, temellendirerek, ikna ederek mi?

Yoksa…

Baskılayarak, yasaklayarak,  zor ve şiddet kullanarak, mecbur ederek mi?

Ya da…

Ben kutsal kaynakların ve tüm Müslümanların günümüzdeki tek temsilcisiyim diyen tartışmalı, dünyevi-rastlantısal, görece bir figürün; aslında kendisinin tartışılmaz kutsal-zorunlu, mutlak bir otorite olduğu kanısını diğer Müslümanların gözünde yaratarak mı?

Peki…

Eğer öyleyse…

Aynı şekilde…

Bu kanıyı, diğer Müslümanlara nasıl kabul ettirecektir?

Peki…

İşte bu, sonsuza kadar sorulacak ve rasyonel-mantıksal olarak yanıt alınamayacak bir konudur.

Çünkü…

Kutsal kaynaklar adına konuşanların, kutsal kaynaklardan doğrudan gelen mutlak bir otoriteleri yoksa söylediklerini diğer insanlara kabul ettirebilmelerinin sadece iki temel yolu vardır.

Ya…

İkna etmektir.

Ya da…

Her türlü otoritenin baskısını ve şiddetini kullanmaktır.

İkna; aklı, duyguları, imgelemi, yani tüm insani kapasiteleri devreye sokar; bu da iletişimde eşit ve özgür bir ilişki oluşturur. Fikirlerin ifadelerini, düşüncelerin gelişimini, demokrasiyi ve çoğulculuğu sağlar.

Otorite ise; apoletten, statüden, mevkiden, paradan, iktidardan, güç ve silaha kadar her türlü baskı ve şiddet aracını devreye sokar; bu da ilişkide hiyerarşi ve zorunluluk oluşturur. Despotluk ve gönüllü kulluk üretir.

Bu nedenle…

Din mi, iktidar mı sorusuna içkin olarak ortaya çıkan bir başka soru da şudur:

İkna mı, otorite mi?

Çünkü…

İkna ya da otorite, iki farklı din ve iktidar ilişkisi yaratır.

Bu nedenle…

Günümüzdeki Cihatçı Selefler, her şeyden önce tüm dünyadaki Müslümanlar adına konuştuğunu, öncelikle kendi Müslüman ümmetine kabul ettirmek için, Hollywood’un aksiyon filmlerinin büyüsünü ve video oyunlarının çekici mizansenini aratmayan bir şiddet propagandası ile Batılı Müslüman gençleri şeytani işgalcilere karşı haklı bir dava için savaşmaya ikna etmeye çalışmaktadır.

Ama…

Aynı Cihatçı Selefler, kendi İslam uygarlığının topraklarında, bu Batılı gençlerden ve dışlanmış-mağdur yerel Sünni halktan oluşturduğu ordusuyla mutlak bir kutsal-otorite figürü olarak kendi siyasi iktidar ideolojisini doğrudan silahlı şiddetle öncelikle kendi en yakın komşusuna ve kendi İslam uygarlığına zorla dayatmaktadır.

Yazar: Metin GÖNEN

03.02.2015