Lincoln, Tocqueville ve Çoğunluk Diktatörlüğü

Lincoln filmi, “De la démocratie en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) adlı politika felsefesinin, Hobbes’un, Montesquieu’nun, Rousseau’nun eserleri düzeyinde başyapıtlarından birini yazmış olan Alexis de Tocqueville’in yapılandırdığı çerçevede sorular sorar.

Çoğunluk ne demektir? Çoğunluk, kaynaşmış bir bütünlük müdür? Çoğunluk, kitlesel olarak davranmak mıdır? Çoğunluk, anonim bireylerin toplamından oluşmuş bir yığın mıdır? Çoğunluk düşünür mü? Çoğunluk hisseder mi? Çoğunluk, bir özne olarak konuşur mu? Çoğunluk adil midir? Çoğunluk meşru mudur? Bir toplumda, çoğunluk olmak ne demektir?

Tocqueville, soylu bir Normand aileden bir aristokrat olarak doğmuş; inanç ve fikir olarak kararlı bir demokrasi savunucusu olmuştur. 1831 yılında, 26 yaşında genç bir yargıçken, Amerika sisteminin kurumlarını incelemek için bir yıl süren bir seyahate çıkar. Fransa’ya dönüşünde, Amerika’da yaptığı somut gözlemlerinden yola çıkarak demokrasi üzerine politik felsefenin temel eserlerinden biri olan “Amerika’da Demokrasi” (1. cilt 1835- II. cilt 1840) adlı iki ciltlik kitabını yazar.

Tocqueville, bir aristokrat olarak, hem kendi ayrıcalıklı çevresine hem de Fransız ve Amerikan devrimlerinden ürkmüş, İngiltere ve Amerika’daki demokratik rejimlere karşı kuşkuyla bakan XIX. yy Fransız muhafazakâr politikacı ve düşünürlerine yönelik tutkulu, inançlı bir demokrasi savunusuna girişir. Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi” adlı başyapıtını yazmasının temel nedeni içinden çıktığı aristokrasinin artık zamanının doldurduğunu göstermektir. Tocqueville’in 1831 yılının Amerika’sında yaptığı somut gözlemlerine göre, Monarşinin, aristokratik ayrıcalıkların ve hiyerarşiler üzerine kurulu politik sisteminin yerine,  koşulların eşitliği ve özgürlük prensipleri temelinde bir halk eğemenliği olarak demokrasinin geçmesi, artık tüm toplumlar ve insanlık için kaçınılmaz ve geriye dönülmez bir süreçtir. Tocqueville, öylesine inançlı bir demokrasi savunucusudur ki,  demokrasinin Tanrının gözünde bile en iyi rejim olduğunu düşünür.

Ancak Tocqueville, kararlı ve tutkulu bir demokrasi savunucusu olarak, en iyi politik rejim olarak demokrasinin aristokrasiye tercih edilişini ve tarih sahnesindeki bu dönüşümün kaçınılmazlığını saptarken; aynı zamanda, demokrasinin kendi yapısından içkin olarak doğan tehlikeleri de gözlemleyerek saptar ve kavramlaştırır.

Tocqueville’e göre, bir demokraside en önemli içkin tehlike “çoğunluk diktatörlüğü”dür.

Aristokratik rejimim hiyerarşik ilişkilerinden kurtulan “birey”in, koşulların eşitliği ve özgürlük temelinde demokratik bir toplumsal var oluşun yatay ilişkileri içinde yer alması; aynı zamanda, paradoksal bir biçimde, demokrasinin yapısal olarak kendi içinde yarattığı “çoğunluk diktatörlüğü” tehlikesinin de kaynağıdır.

Demokraside her birey inançta, düşüncede ve tutumda eşit ve özgürdür. Ama belli sayıda bireyin aynı şekilde düşünmesi ve davranması ve aynı şeye inanması kaçınılmaz olarak belli bir reel çoğunluk oluşturur. Bu aynı şeyleri düşünen, aynı şeyleri hisseden, arzulayan ve aynı şekilde davranan çoğunluk, Tocqueville için,  genelde sanıldığı gibi toplumda huzuru, güveni ve hoşgörüyü sağlayan bir uzlaşma, bir ortak akıl değildir. Tersine bu aynı şeyleri hisseden, düşünen ve aynı şekilde davranan olgusal çoğunluk, bireyin özgürlüğü, farklılıkların varlığı ve genel olarak toplumun huzuru ve güvenliği için radikal bir tehlikedir.

Montesquieu, bu durumu her iktidar, gücünü meşruluk sınırları dışında kullanma eğilimi taşır diyerek altını çizmiştir. Tocqueville, Montesquieu’yu bu doğrultuda dikkatle okuyarak Amerikan demokrasisini gözlemler. Tocqueville’e göre çoğunluk, kendi sınırlarını tanımadığında, kendini frenleyecek bir karşıt güç olmadığında, kendini yargılayacak bir üst değer bulunmadığında, azınlıkların varoluşu ve bireysel akıl için tam bir despot haline gelir. Çoğunluk olmak ve birbirine benzemek, kamusal alanda söz söylemede ve yargıda bulunmakta sonsuz bir iktidar ve güç sağlar; çünkü sadece sayıca çok olanın toplamı olarak çoğunluk hakikate sahip olabilir diye bir illüzyon doğurur. Sanılır ki, hakikat her zaman çoğunluk tarafında olacaktır; çünkü birbirine benzeyen insanların aynı ışık altında doğruyu görmeleri de aynı olacaktır. Bu nedenle çoğunluk, azınlıkları ikna etmez; onlara kendi gerçeğini sadece dayatır. Çoğunluğun karşı konulmaz hassasiyeti, kişisel zihinlere ölümcül bir baskı ve sinsi bir sızıntıyla yayılarak hâkim olur. Çünkü çoğunluk ve aynılık sentezinin anonim gücü karşısında, azınlık ve farklı olmak ayrımı sadece marjinal ve öteki olmak anlamına gelmez; aynı zamanda hakikatsiz ve yanlış olmaktır. Çoğunluk, böylece azınlığın ve bireyin itaat ettiği bir din olur.

Tocqueville’in Montesquieu’nun saptamalarından yola çıkarak yaptığı gözlemlerine göre, bu her iktidarın doğasında olan kendi sınırlarının ötesinde gücünü icra etme eğilimi “çoğunluk” için de geçerlidir. Çoğunluk, kendini tüm toplumun geneliyle özdeşleştirerek, kendini hiçbir sınır tanımayan bir meşruluk ve haklılık içersinde görerek kendisi gibi düşünüp davranmayan bireyi ve azınlığı kendisi gibi düşünüp, hissedip, davranmaya zorlar.  Yani demokrasinin koşullar eşitliği ve özgürlükçü yapısından doğan çoğunluk, bu kez kendisi gibi olmayan bireyi ve azınlıkları yok etme eğilimi ve arzusu taşıdığından, işte tam da burada bir demokrasi paradoksu doğar.

Yani demokrasinin doğası olarak, prensipte eşit ve özgür olan bireylerden oluşan bir reel “çoğunluk diktatörlüğü” ve “çoğunluk terörü” ortaya çıkar.

Tocqueville’in, demokrasinin doğasında olan bu ontolojik durumu demokrasinin kendisini yıkacak olan bir yapısal-radikal neden olarak saptamasını, Şerif Mardin’in yaptığı gibi “mahalle baskısı” nitelemesiyle bir sosyolojik sonuca indirgemek, sihirli bir şapka hareketiyle neden ile sonucun yerlerini değiştirmektir. Hastalığın nedenini tedavi edemiyoruz, bari bunun neden olduğu şu yüksek ateşi düşürelim diyerek, bir yapısal tedavi yerine sürekli olarak sonuçların kendisini ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Yani mademki bu çoğunluk diktatörlüğü ve çoğunluk terörü bir sosyolojik sonuçtur;  o halde toplumu felç eden bu baskıcı sosyal ateşi düşürmek için insanları eğitelim, başı sonu belli olmayan ve hiç bitmeyen sonsuz bir sosyal bilinçlenme süreciyle bu sonuçların kendisini ortadan kaldıralım, deyip durmaktır.

Oysa kararlı bir demokrasi savunucusu olmasına rağmen, Tocqueville’e göre, çoğunluğun diktatörlüğü ve çoğunluk terörü, demokrasinin kendi doğasında var olan yapısal ve demokrasiye içkin bir ontolojik paradokstur.

Platon da, Devlet kitabında, bu kez negatif bir tarzda, demokrasiyi eleştirmek için aynı şeyi söyler; demos’un hiçbir sınır tanımayan tutkuları ve aşırı özgürlüğü nedeniyle demokrasinin, bir demos çoğunluğu diktatörlüğüne dönüşme tehlikesini taşıyan bir rejim olduğunu belirtir.

Tocqueville, bu konuda Platon gibi düşünür, ama bu çoğunluk diktatörlüğü tehlikesinin altını bir demokrasi karşıtı olarak değil, tersine kararlı bir demokrasi savunucusu olarak ısrarla çizer.

Bir demokraside, bir çoğunluk oluşturmak özgürlüğü ve arzusu, yapısal eğilimdir. Zaten her şeyden önce demokratik yaşama ritim ve biçim veren seçimler ve temsili iktidar sistemi, bir çoğunluk yaratmak ve meşruluğunu bu çoğunluk üzerine inşa etme prensibi üzerine kurulur. Ama bu meşruluk sağlayan demokratik çoğunluk prensibinin, kendi ideal ve demokratik sınırını aşması,  kendi var oluş tarzını tüm toplum genelinde maddileştirmek istemesi, kendini objektif ve olgusal bir gerçeklik olarak da tüm toplum genelinde oluşturmaya kalkması demokrasinin kendisi için en temel yıkıcı tehlikedir. Çoğunluğun, toplumun geneline ve tüm farklılıklara, sözde kendi çoğunluğunun hassasiyeti adına bir algılama biçimini, bir düşünce tarzını, bir inanç, bir hissetme ve arzulama sistemini dayatmak istemesi, bir toplumsal uzlaşma sağlamak ve mutlu, mesut bir arada yaşamak değildir. Tersine tüm farklılıkların, azınlıkların ve bireysel özgürlüklerin bir çoğunluk diktatörlüğüne, bir çoğunluk terörüne maruz kalmasıdır. İşte bu, asıl bir toplumun tüm farklılıklar içinde, eşit ve özgürce kader birliği etmesini olanaklı kılan, toplumu aynılık çoğunluğu yerine, bir dinamik ve zengin bir kolektif yapı olarak var eden demokrasinin kendisini yok etmek demektir.

Demokrasinin doğasında ideal olarak var olan ve kaçınılmaz bir potansiyel eğilim olarak ortaya çıkan bu olgusal çoğunluk iktidarının reel diktatörlüğü, sadece faklı bireyler ve azınlıklar için yok edici bir tehlike değildir. Bu, özünde, farklılıkların eşit ve özgür olarak bir arada yaşaması prensibi üzerinde var olan asıl demokrasinin bir sistem olarak kendisi için bir yıkımdır. Demokrasinin kendi prensipleriyle yarattığı bir reel çoğunluk diktatörlüğünün, demokrasinin bir sistem olarak kendi eşitlik ve özgürlük prensiplerini ve onun ideal var oluşunu yok etmesidir. Demokratik prensiplerin ideali üzerinde, özünde kendi var oluşunun demokratik kaynaklarını yok eden bir reel diktatörlük ve yıkıcı bir terör yaratmaktır.

Bu nedenle Tocqueville’in altını çizdiği çoğunluk diktatörlüğü tehlikesi, toplumun eğitimi ve bir sosyal bilinçlenme sonucu yaratılacak bir hoşgörü konsensüsü ile ortadan kaldırılabilecek sosyolojik bir sorun değildir. Bu, demokrasinin yapısal politik bir sorunudur. Bu nedenle, demokrasinin yapısı ve işleyiş mekanizması içinde eşitlikçi ve özgürlükçü politik öznellikler yaratmak temelinde çözümler gerekir.

Politika düşüncesi, reel politik deneyimlerinin gözlemi, iktidarların icraatlarının magazinsel yorumlanması ve hükümetlerin poker oyunlarının tahminleri yerine, asıl bu temel soruyu sorar.

Prensip olarak özgür ve eşit bireylerin seçimi sonucu oluşan bir olgusal çoğunluğun, hem kendisi gibi var olmayan farklı bireylerin, hem de azınlıkların varlığını kendisi gibi var olmaya zorlayan bir çoğunluk diktatörlüğü kaçınılmaz mıdır?

Yanıt, Platon ve Tocqueville altını çizdiği gibi, evet ise; o zaman soru şudur:

Özünde kendi demokratik var oluşunun temellerini yok eden bir reel çoğunluk diktatörlüğüne dönüşen bir iktidarın ortaya çıkması paradoksu, demokrasinin kendi ideal işleyişi içinde engellenebilir mi?

Alexis de Tocqueville  için yanıt: “evet”tir.

Peki, bu nasıl mümkün olabilir?

Her türlü farklılıklara rağmen, her bireyin prensip olarak eşit ve özgür olduğu bir arada yaşama mucizesi olarak ortaya çıkan demokrasinin, yaşamın her alanında kendini belli bir çoğunluk fikri ve algısıyla özdeşleştirerek dayatan bir egemenlik mekanizması ve bir iktidar terörü haline gelmemesi için ne yapılmalıdır?

Tocqueville’in bir filozof olarak Amerikan demokrasisini gözlemleyerek formüle ettiği teorik çözümü, bu kez bir politikacı olarak yaşama uygulayarak Amerikan Demokrasisi’ni pratik olarak kurtaran Abraham Lincoln’un çoğunluk diktatörlüğüne karşı önerileri şunlardı:

Temel-evrensel değerler, kişisel inanç, düşünce özgürlüğü ve kararlılık.

Abraham Lincoln’de bu çerçevede düşünür.

1858 yılındaki senatörlük seçimlerinde Abraham Lincoln ve rakibi arasındaki seçim yarışında “Köleciliğin yayılmasını Amerika’da engelleyebilir miyiz? sorusu tartışmaya açılır. Amerikan politik tarihinde sıra dışı bir örnek oluşturan bir tartışmadır bu. Bu soruya verilen yanıt, sonuç olarak her iki taraf için de “çoğunluk köleciliği istedikçe, buna kimse karşı çıkamaz” olmuştur.

Tabii ki çoğunluk,  o denemde Amerika’da köleciliği istemektedir.

Bu sadece Güney Konfederasyonu’nundaki büyük çiftlik ve toprak sahiplerinin pamuk tarlalarında çalıştırdıkları köleleri ekonomik ve sosyal açıdan meşru ve haklı görmelerinden ötede; belli Kuzey eyaletlerinde bile ekonomik ve sosyal açıdan hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen, çoğunluk yine de kölecilikten yanadır. Siyahlar, Beyaz çoğunluk tarafından vahşi ve aşağı ırk olarak görülmekte ve onların evcilleştirilmeleri, köleleştirilmeleri “normal” sayılmaktadır.

Yani Amerika’da XIX. yy’ın ikinci yarısında çoğunluk kölecilikten yanadır. Bu bir olgusal gerçekliktir. Ama prensip olarak, bir insanı derisinin renginden ve biyolojik özelliklerinden dolayı aşağı görmek ve özgürlüğünü elinden alarak köleleştirmek, hem insan haklarına hem de vicdana aykırıdır. Dolayısıyla çoğunluğun diktatörlüğü ne meşrudur ve adaletlidir ne de haklı ve doğrudur.

O halde, temel evrensel değer şudur: Kölecilik prensip olarak savunulamaz.

Ezici çoğunluk köleci olsa da…

Bu nedenle Abraham Lincoln, Amerikan Başkanı seçildiğinde, çoğunluğun reel diktatörlüğüne karşı, insan hakları, eşitlik, özgürlük, vicdan ve adalet adına, bu aynı çoğunluğun oylarına dayanarak kazandığı politik iktidarını kaybetme ve öldürülme pahasına karşı çıkarak, köleciliği kaldıran yasayı önce parlamentoya sonra da toplumun kendisinde kabul ettirir.

Çünkü Tocqueville’in belirttiği doğrultuda, kendini Başkan seçen çoğunluğun diktatörlüğü karşısında evrensel temel değer olan kölecilik savunulamaz prensibinin yanı sıra; Abraham Lincoln’un çocukluğundan beri şekillenen kişisel inancına göre de, kölecilik bir an önce ortadan kaldırılmalıdır. Bu evrensel-temel değer ve kişisel inanç sentezinin çimentosu olacak şekilde bir de Lincoln’un gösterdiği örnek kararlılık, bir tutum olarak bu bileşime katıldığında, çoğunluk diktatörlüğünün ve çoğunluk terörünün dışında özgürce düşünmenin, karar vermenin ve bu kararı yaşama geçirmenin mümkün olduğu görülmektedir.

Lincoln filmi, işte bu evrensel felsefi değerlerin ve prensiplerin kararlı mücadelesinin; bu demokratik bireysel inanç ve düşünce özgürlüğün ve kişisel kararlılığın politik zaferinin sinemasal öyküsüdür.

Film, doğrudan bir savaş ile açılır. Bu sahne, dramaturji tekniğinde bir prologdur. İşte bu filmin özelde anlatacağı hikâyenin konusu budur, der. Ama bir film, anlattığından çok, bir hikâyeyi anlatma biçimiyle, o anlattığı konuya verdiği dramatik yapı ve o hikâyeyi öyküleme tarzıyla, seçtiği anlatım odağıyla bir sine-fikir yaratır. Bir romanın aynı tarzda, kendi öyküleme operasyonlarıyla yarattığı edebi-fikir gibi. Aynı savaşın anlatıldığı iki farklı romanda, aynı konudan iki farklı edebi-fikir yaratılması gibi. Victor Hugo, Les Miserables romanında, Waterloo savaşını Tanrı bakışı devasa genişlikte ve yükseklikte bir perspektiften tasvir etmesinin sonucu, okuyucuya savaşın Hegel’in altını çizdiği özellikleri doğrultusunda yüceltici, epik, coşkulu bir duygu ve algıyla aktarır.

Stendhal ise, La Charteuse de Parme romanında, aynı Waterloo savaşını Shopenhauer nihilizmi doğrultusunda, ceset dolu, kan kokan siperlerin ve çamurun içinden, askerlerin yılgın bakış açısıyla sınırlı bir perspektiften tasvir ederek, Hugo’nun romanının tam tersi sıkışmışlık, çaresizlik, yorgunluk, saçmalık ve hiçlik içinde trajik bir duygu ve algı sunar.

Lincoln filmi, çarpıcı bir biçimde Stendhal tarzı bir anlatım odağı seçimiyle doğrudan savaşın ve çamurun içinde açılır. Yakın bir çekimden, yani görüş alanımız dar ve sınırlı olarak, nerede olduğumuzu bilemediğimiz bir dış mekânda, pis suların ve vıcık vıcık bir çamurun içinde debelenen, birbirini boğazlayan insanların anlamsız şiddetine tanık oluruz. Göğüs göğüse, çamurun ve karmaşanın içinde savaşıp çırpınan bu insanların, kendilerinin de nerede olduğunu, kimin kimle, ne için savaştığını da bilmediği izlenimi ortadadır. Etrafını hiç görmediğimiz dar bir mekânın içinde, birbirlerini elleriyle, ayaklarıyla boğmaya, süngülemeye ve parçalamaya çalışan insanların ortasında tek bir Amerikan bayrağı vardır ve çamurun içinde üniformaların hepsi aynı pis gri rengine bürünmüştür.

Filmin doğrudan bu şekilde savaşın içinde başlaması ve özellikle bu şekilde dikkatlice seçilmiş ve uygulanmış bir mizansenle savaşın sunulmasının anlamı açıktır. Bu tek bayrak altında, kimin kimle ve kime karşı savaştığı belli olmayan bu insanları insanlıktan çıkaran bu vahşet ve bu vücut vücuda kör bir şiddetin uygulandığı savaş, özünde saçma ve anlamsız bir savaştır.

Zaten açıkça gördüğümüz gibi bu savaşta, burada sadece tek bir ülkeyi temsil eden tek bir bayrak vardır.  Birbirlerini kör bir vahşetle boğazlayan ve çamura gömen bu insanlar da, aslında hepsi birbirine benzeyen tek renk üniformayla, tek bir tarafın askerleri olarak görünen, tek bir ülkenin çocuklarıdır. Seyircinin kendisi dâhil, bu savaş nerede, ne için yapılıyor, hiç kimse bilmemektedir. Filmin başlangıcı ve seçilen senaryo yapısı gereği, seyirciye zaman, mekân ve dramatik gelişim açısından hiç bir bilgi verilmemiş; hiçbir mekân, zaman ve karakter yerleştirmesi yapılmamıştır. Seyirci, anonim bir dış alanda, dar bir çerçevelemenin içinde sıkışmış, çamurun içinde birbirlerine ölümcül bir şiddet uygulayan bu insanlarla ve kendisiyle karşı karşıya bırakılmıştır; şaşkın, rahatsız ve olarak, yanıtsız sorular içerisinde…

Neredeyim? Ne oluyor burada? Neden bu insanlar bir birini böyle vahşice boğazlıyor?

İşte seyirciyi bu sorularla kendi duyarlılığı, kendi vicdanı ve kendi bilinciyle çarpıcı bir biçimde karşı karşıya getiren bu savaş sahnesi; bu logos (akıl ve dil) içermeyen dramatik sahne, filmin düşüneceği, tanımlayıp, kavramlaştıracağı, fikir geliştireceği, üzerinde tartışıp, çözümleyeceği prologtur. Film, tamamıyla bu sahnenin algılanması, kavranması, anlamlandırılması, sinematografik olarak incelenmesi ve sine-fikirlerle çözümlenmesi üzerine kurulur.

Film; acı ifade eden yırtıcı çığlıkların, yaşam ve ölüm arasında gidip gelen mekanik jestlerin, yırtılan, parçalanan vücutların, çamurun içinde tükenen enerjilerin ve umutların mizanseninden oluşan brüt bir savaş sahnesinin mutos’undan (drama-söylem) sonra; sinemasal düşünceye, yani logos (akıl ve dil) içeren sine-fikirlerle düşünceli bir dramatik anlatıma, mito-lojiye (mutos ve logos) geçer.

Bir sonraki sahne, Amerikan Başkanı Abraham Lincoln’un cephe gerisindeki bir karargâhta, iki Kuzeyli Siyah ve iki Kuzeyli Beyaz askerle bir samimiyet ve dostluk havasında karşılıklı konuşmalarıyla Amerika’nın çoğunluğuna, onun diktatörlüğüne ve uyguladığı teröre aykırı duran faklı bir kolektif yaşam tablosuyla açılır.

Bir önceki, logos’tan yoksun, sadece patos’un (duyumların, vucutların) savaştığı anonim bir vahşet ve karmaşa sahnesine tamamen tezat olan; bu kez sakin, sessiz, genel olarak tasviri yapılmış, bildik tanıdık bir dış mekânda konuşan, fikir alışverişi yapan, yani logos’un (dil ve akıl) devreye girdiği bireylerin uygar ilişkisi vardır. İşte burada, geriye dönük olarak, bir önceki sağır ve dilsiz bir vahşeti içeren savaş sahnesinin adını koyabilir ve tanımını yapabiliriz. Yani onun Amerikan İç Savaşı olduğunu ancak burada anlarız.

Bu sahnede, Abraham Lincoln ve seyirci, bu iki Kuzeyli Siyah ve İki Kuzeyli Beyaz askerin, çoğunluk diktatörlüğünün ve çoğunluk terörünün siyahî insanları aşağı görerek uyguladığı köleciliğin kaldırılması amacıyla nasıl da inançlı ve kararlı bir şekilde mücadele ettiklerine şahit olur. Lincoln, kendisinin konuşmalarından alıntı yaparak fikirlerini ifade eden bu askerlerin, kendi bireyselliklerinden öte nasıl bir bilinçle evrensel temel değerlere sahip çıktığını görür.

Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi” eserinde belirttiği, Abraham Lincoln’un politik angajmanında yaşama uyguladığı gibi; çoğunluğun ezici diktatörlüğü ve çoğunluğun yıldıran terörü karşısında evrensel-temel değerlerin sağlamlığı üzerinde, kişisel özgür düşüncenin ve inancın, kararlılıkla yaşamda yürümesinin mümkün olduğunu, bu şekilde Çoğunluk diktatörlüğünün dayattığı kölecilik anlayışından kurtulup farklı bir tarihselliğin yaratılabileceğini başta Abraham Lincoln’un kendisi olmak üzere,  bu uğurda mücadele eden askerler ve bir tanık olan seyirci anlar.

İşte film, çoğunluk diktatörlüğü ve çoğunluk terörüne karşı, Alexis de Tocqueville, Abraham Lincoln ve Siyah-Beyaz Askerlerin birlikte evrensel değerlerle, eşitlik ve özgürlük fikirleriyle, inançlı ve kararlı bir şekilde demokrasiyi savunmalarının, demokrasiyi çoğunluğun diktatörlüğünden kurtarma mücadelelerinin sadece bireyi, insanı, insanlığı kurtarmadığı, aynı zamanda top yekûn bir ülkeyi bölünüp parçalanmaktan kurtarıp, onun yeniden doğmasını sağladığının hikâyesini anlatacaktır.

Bu mücadeleyle kölecilik pratik olarak 1 Ocak 1863 yılında kaldırılacak, 1865 yılında Amerikan İç Savaşı sona erecek, bugünkü Amerika Birleşik Devletleri doğacaktır.

Metin Gönen

26.02.2013

(Bu çalışmanın devamı, Paradoks Akademi Yayınları-SineFelsefe dizisinden çıkacak kitaptan okunabilir.)