Charlie Hebdo ve Cihatçı Romantizm

Charlie Hebdo saldırısı, seçilen hedef, yapılış tarzı ve yapıldığı yer nedeniyle tüm dünyayı şaşkına çeviren bir şok yarattı. Siyasi İslam için bu sansasyonel saldırıyı Batı ülkelerinde doğrudan savunmak kolay olmadı. Ülkemizdeki Siyasi İslam’ın savunucuları ve dini otoriteler ise, “Je suis Charlie” diyerek bu saldırıya karşı çıkanlara saldırarak olayın hakikatini saptırmayı ve bu olayın kendisini komplo teorileriyle karartarak önemsizleştirmeyi seçtiler.

“Boko Haram katliam yaparken, Suriye’deki iktidar binlerce insanı katlederken, 12 milyon Müslüman öldürülürken kimse neden konuşmadı, 12 kişi ölünce mi bu kadar konuşuluyor” denilerek sanki insanlar bunları konuşmuyorlarmış gibi, hem gerçekliği yansıtmayan çarpıtmalarla hem de sanki barbarlık-adaletsizlik öldürülenlerin sayısıyla ölçülüyormuş gibi mantıksal olarak da geçerli olmayan gerekçelerle olay göreceleştirilerek, yapılan saldırının önemi sulandırılmaya çalışıldı.

Sonra da, Charlie Hebdo saldırısını zaten Batı’nın gizli servisleri, islamofobiyi körüklemek ve İslam’a saldırmak için, bizzat kendileri yaptılar diyerek, o bildik-tanıdık komplo teorileri aynı kişiler ve iktidar tanıtım şirketleri olan bilcümle medya tarafından devreye sokuldu. Böylece olayın kendisi karartılarak, tartışılması, sorgulanması, düşünülmesi engellendi…

Oysa…

En azından, özgür bir basının; olayları insanların gözünün önünde oluyormuşçasına değerlendirebileceği ve bireylerin kendi fikirlerini kendi başlarına oluşturabilecekleri şekilde iktidarlardan bağımsız olarak haber yaptığı toplumlarda, olayları komplo teorileriyle karartmak ve insanları yalanlarla yönlendirmek kolay değildir. Gerekçeli açıklamalar ve iknaya yönelik argümanlı fikirlerle, çok daha fazla, çok daha rafine ve akıllıca çalışmak gerekir. (Yayın Yasakları ve Komplo Teorileri, Paradoks Dergi, 02.04.2015)

Bu nedenle…

Avrupa’da yaşayan ve bütün bunları bilen Siyasi İslam’ın rafine ideologları, daha çok safsata (fallacy) argümanlarla kafa bulandırmayı seçtiler. Batı toplumunun kendi içinde, bu  saldırıyı doğrudan savunmak kabul edilemez bir şey olduğu için,“Je suis Charlie” diyerek bu barbarlığa karşı ayağa kalkan insanları “evet, ama” taktiğiyle suçlayarak kafa karıştırmayı ve dolaylı olarak bu saldırıya destek vermeyi seçtiler.

Bu safsata argümanlardan birisi, sıradan bir cümle olarak görünse de, aslında bu kafa bulandırma taktiklerinin genel olarak anlaşılmasını sağlayan ilginç bir örnek oluşturmaktadır.

Charlie Hebdo, batmakta olan, kimsenin okumadığı, marjinal bir islamofob dergiydi; ama şimdi siz “Je suis Charlie” diyerek onun reklamını yaptınız, bu nedenle ırkçı bir dergi yeniden yaşamaya, milyonlarca baskı yapmaya ve satmaya başladı!

Bu cümle, dikkat edildiğinde görüldüğü gibi, geçerli bir argüman illüzyonu yaratmaya çalışan bir safsatadır.

Yani…

Hem hakikat etkisi yaratan, çarpıtıcı bir yalandır; hem de mantıklı bir ilişki görünümünde, göz boyayan geçersiz bir akıl yürütmedir.

Charlie Hebdo tartışmalarında argüman olarak kullanılan bu safsatanın, aslında göz boyayan ve kafa karıştıran etkisini aydınlatmak için sadece buradaki “sonuç” ile “neden”in yerini değiştirerek kurulan “mantıksal” ilişkinin absürtlüğünü, yani geçersizliğini sorgulamak yeterlidir.

Diyelim ki…

Charlie Hebdo gerçekten batmakta olan ve kimsenin satın almadığı, yayın çizgisi marjinal bir dergiydi.

Bir an buna tamam, diyelim.

Yani…

Bu öncülü, tartışmadaki her iki taraf için argümanlı tartışmanın ortak paydası olan bir “gerçeklik” gibi kabul edelim.

Ve soralım…

Peki, o zaman neden Cihatçı Selefiler ellerinde kalemden başka bir şey olmayan bu sivil ve silahsız dergi çalışanlarını modern bir şehrin ortasında cephe savaşlarını, Hollywood’un aksiyon filmlerini aratmayacak tarzda sansasyonel bir eylemle hedef alıp öldürdüler?

Yani…

Eğer Charlie Hebdo, İslam karşıtı bir yayın politikası nedeniyle marjinalleşmiş ve tükenmekte olan bir mizah dergisi idiyse…

Neden Cihatçı Selefiler, bu yavaş ama garantili yok oluşa dergiyi terk edip, bu marjinal insanları kendi hallerine bırakmadılar?

Neden bu marjinal yayın kurulunu bir köşede kendi ölümcül kaderiyle baş başa bırakmak yerine; tüm dünyanın gözüne sokacak şekilde gösterişli bir mizansen ile zaten ölmekte olan bir derginin yazar-çizerlerini aceleyle naklen “öldürmeyi” seçtiler?

Neden?

Yani…

Bu marjinal dergi bir köşede kendi islamofobisi ile baş başa kalmış idiyse…

Neden Cihatçı Selefiler, Batı Uygarlığında büyük bir şok yaratacak şekilde bu insanları öldürerek,kimsenin satın almadığı bu küçük ve marjinal dergiyi kendi elleriyle tüm dünyanın gündemine sembolik olarak oturttular?

Neden?

Böyle sansasyonel bir eylemle, böyle küçük bir mizah dergisini hedef almanın kendisi zaten dergi için en büyük reklam kampanyası değil midir?

Bu durumda asıl Cihatçı Selefiler, İslam karşıtı yayın politikası nedeniyle marjinalleşmiş bir mizah dergisinin reklamını bizzat kendileri yapmış olmadılar mı?

Eğer öyleyse…

O zaman…

Neden Cihatçı Selefiler bu İslam karşıtı marjinal dergiye böyle gösterişli bir şekilde saldırarak aslında bizzat kendileri bu derginin reklamı yapmak istediler?

Düşünelim…

Çünkü…

Gerçekte hakikat daha farklı ve daha kompleks…

Ne Charlie Hebdo yayın çizgisi nedeniyle fikirsel olarak tükenmiş bir mizah dergisiydi, ne de Cihatçı Selefiler derginin bir an önce reklamını yapmak için can atıyorlardı…

Bu indirgemeci ve kafa karıştırıcı yapay neden-sonuç denklemi olayın kompleks hakikatini düşünmeye olanak sağlamak yerine, bir pozisyonun dayatılması için onu karartmaktan başka bir işe yaramıyor.

Aynı şekilde…

Bu durum, tartışmanın diğer tarafını da ilgilendiriyor.

Çünkü…

Ne Cihatçı Selefiler için asıl hedef, Charlie Hebdo adlı bu okunmayan, satılmayan, İslam karşıtı marjinal derginin kendisi ve bir avuç anarşist yazar-çizerdi.

Ne de islamafob bir derginin birden milyonlarca baskı yapıp satmasının nedeni, bu marjinal derginin bütün Batı dünyasında ayağa kalkan İslam karşıtları tarafından canhıraş reklamının yapılmış olmasıydı.

Bu karşıt iki kombinezon da Charlie Hebdo olayının kompleks hakikatini düşünmemizi sağlayan geçerli ve yeterli bir neden-sonuç ilişkisi oluşturmamaktadır…

Çünkü…

Aslında Cihatçı Selefiler’in hedefi, bu kimsenin satın almadığı küçük ve marjinal derginin kendisini vurup “öldürmek” ve paradoksal bir sonuç olarak, fiziki olarak yazar-çizerleri öldürürken fikirsel olarak onları ölümsüz kılmak da değildi tabii ki.

Yani…

Cihatçı Selefiler için asıl hedef, bir marjinal dergi olarak Charlie Hebdo’nun kendisi değildi.

Çünkü…

Cihatçı Selefiler için, bu derginin nezdinde asıl hedef çok daha büyüktü.

Yani…

Asıl hedef, Batı Uygarlığının bizzat kendisiydi.

Asıl neden, Radikal İslam’ın kendine düşman bellediği Batı Uygarlığının temel değerlerine savaş ilan etmesi, Cihat açması ve onu sembolik olarak kendi topraklarında doğrudan vurmasıydı…

İşte…

Cihatçı İslam’ın asıl hedefi buydu: Arkaik bir “uygarlıklar savaşı” paradigmasını bizzat Batı Uygarlığının kendi topraklarında yeniden hortlatmaktı.

Batı Hıristiyan Uygarlığının, Haçlı Seferlerine ve her türlü sömürgeciliğine, işgalciliğine karşı İslam’ın kutsal davasının savaşını bizzat Batı Uygarlığının kendi çocuklarının kendi halkına sıktığı kurşunlarla, Batı uygarlığının kendi topraklarında yürütmekti.

Yani…

Cihatçı İslam’ın asıl hedefi; Batı Uygarlığının kendi iç çatışmalarıyla yarattığı modern demokrasi modelindeki ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, kutsalı eleştirme özgürlüğü gibi Anayasal güvence altında olan temel prensipleri ve yurttaşlık haklarını kendi özgür topraklarında, kendi yetiştirdiği özgür çocuklarının bizzat kendi elleriyle vurmaktı…

Yani…

Farklılıklara rağmen eşit ve özgürce bir arada yaşama prensibinin kendisini bizzat kendi içinden çökermekti…

İşte…

İnsanlar, farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı olanaklı kılan bu temel hakları, prensipleri ve birbirlerine düşman olan, kendi kardeşlerine silah çeken çocuklarını topyekün savunmak için ayağa kalktılar. İnsanlar, bu nedenle “je suis Charlie” diyerek, yapılan haksız saldırıyı kendileriyle özdeşleştirerek sembolik olarak Charlie Hebdo’ya yani kendi özgürlüklerine ve eşit olarak bir arada yaşama prensiplerine sahip çıktılar.

Popülaritesi yerlerde gezinen kendine “sosyalist” diyen bir oligarşik iktidarın anketlerdeki puanlarını artırmak ve gelecek seçimlerdeki oy oranlarını yükseltmek için sarıldığı o bildik-tanıdık “milli uyanış” coşkusu ya da “terörizme karşı kutsal ittifak-ulusal birlik” safsataları adına değildi bu ayağa kalkış.

Başta burada yaşayan 4,5 milyon Müslümanın belli bir kısmı dâhil, her inançtan, her fikirden, her aidiyetten olan bir halk, kendisinin kendi çocuklarının eşit bir biçimde bir arada yaşamasını sağlayan evrensel hak ve özgürlüklere sahip çıkmak için sokaklara döküldü.

İşte…

Paradoksal bir özdeşleşmeyle, bu haksız saldırıya karşı, “Je suis Charlie” diyerek ayağa kalkma, bu temel hak ve özgürlükleri sahiplenme sürecindeki kolektif bir özneleşme, bir ortak-insanlık oluşturma eyleminin pratik-sembolik sonucu olarak, normalde 50 000 civarında basılan Charlie Hebdo milyonlarca baskı yaptı…

Yoksa…

İnsanlar bilcümle islamofob olduğu ve İslam karşıtı yayın yapan bir dergi olarak Charlie Hebdo’nun reklamını yaptığı için, bu marjinal dergi birden popüler olup milyonlarca baskı yapmaya başlamadı…

Yani…

Charlie Hebdo’nun kitlesel bir şekilde sahiplenilmesi; Fransız halkının topyekûn islamofob olması, bu derginin de iflah olmaz bir şekilde İslam karşıtı bir yayın çizgisi izlemesi nedeniyle olmadı…

Bu, bir “sonucu”, “neden” olarak gösterip, gerçek nedenin saklanarak insanların gözlerini boyayıp, kafalarının karıştırılarak kabul edilemez bir saldırıyı göreceleştirmeyi, önemsizleştirmeyi hedefleyen bir safsatadır.

Çünkü…

Cihatçı İslam’ın asıl hedefi, Charlie Hebdo’nun bir dergi olarak kendisi değil, Batı Uygarlığının yarattığı demokrasi modelindeki ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, kutsalı eleştirme özgürlüğü gibi Anayasal güvence altında olan temel prensipleri ve yurttaşlık haklarını bu uygarlığın kendi özgür yurttaşlarının bizzat kendi elleriyle vurmaktı…

Bu temel stratejik görev de, taktiksel ve konjonktürel olarak uygun bir dönemle de çakışınca 11 Eylül 2001’den sonra ilk kez böylesine önemli bir sembolik şok yaratan sansasyonel bir eylem gerçekleşmiş oldu.

Yani…

İkisi de Müslüman ümmetin bir parçası olmalarına rağmen, İŞİD’in Irak ve Suriye’deki belli bir toprak parçasına yerleşik olarak sürdürdüğü İslam Devleti adına yürüttüğü Cihat’ın lokal başarısı karşısında marjinalleşen El-Kaide’nin, her yerde sınırsız-topraksız Cihat ideolojisiyle Batı’da sansasyonel eylemler yapabilme gücünü hala koruduğunu kanıtlama isteği, dönemsel ve taktiksel olarak uygun koşullarca çakışınca, bu saldırı gerçekleşti. Yeryüzündeki İslami Cihat’ta kurucu bir konumu olan Yemen El-Kaidesi, kendi basın açıklamasında bizzat belirtiği gibi, yıllar önce eğittiği ve finanse ederek görevlendirdiği Fransa doğumlu, Fransız vatandaşı Kouachi kardeşler ile Fransa’yı doğrudan kendi çocuklarıyla, kendi topraklarında İslam Uygarlığı adına vurdu. Aynı dönemde Belçika’da da benzer tarzdaki sansasyonel eylemler dizisinin gerçekleşmeden önlendiği basına yansıdı…

Bugün Fransa’daki bu eylemleri gerçekleştiren El-Kaide’nin aynı kolu, Yemen’de, bu kez kendi Müslüman ümmetinin Şii kardeşlerine karşı, yani kâfir olarak ilan ettikleri bir İslam’a karşı, Sünni aşiretler ve Suudi Arabistan Krallığının komutasındaki Sünni İslam ülkelerinin kutsal-ittifakı ile birlikte İslamiyetin kendi içinde Cihat eylemektedir.

Peki…

Neden?

Şu temel soruyu sormak gerekmiyor mu?

Kendi içinde çokluk ve çatışma içeren bir İslam inancı, kendi Müslüman ümmeti içindeki mezhepler arasında Cihat eyleyen bir Doğu-İslam Uygarlığı; aynı şekilde kendi içinde çokluk ve çatışma içeren, kendi liberal kapitalizmi ve parlamenter temsili sistemi içindeki kendi halklarıyla çatışan bir Batı-Hıristiyan Uygarlığı ile neden ve hangi amaç için savaşıyor?

Düşünmek gerekmiyor mu?

Eğer gerekiyorsa…

Bir an olsun sorunların ve soruların üzerini örtmekten başka bir işe yaramayan safsataları ve indirgemeci yaftalamaları bir kenara bırakalım; her olaya komplo teorileri üreterek yaklaşan kronik bir toplumsal paranoyadan da kurtulalım.

Bir an olsun, kendi uygarlığımızın içindeki sorunları çözmek yerine, başta kendisinin içinde olmak üzere her yerde düşman gören güvensizliğin, mağduriyetin, hasetliğin ve nefret söyleminin ifadesi kronik bir toplumsal şizofreniden de vaz geçelim.

Paris’te ne oldu, öncelikle somut olarak buna bakarak başlayalım.

Charlie Hebdo, bağımsız, reklamsız, sadece kendi satış gelirleriyle yaşayan, küçük bir anarşist mizah dergisiydi. Peygamber’e hakaret ettiği gerekçesiyle Radikal İslamcıların tehditlerine maruz kalan yayın yönetmeni “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmeyi yeğlerim” diyordu.

Bir sabah yayın kurulu toplantıdayken, iki silahlı kişi, savaş taktikleri ve otomatik tüfekleriyle Charlie Hebdo adlı bu mizah dergisinin bürosunu bastılar. Hiçbir ayrım yapmaksızın savunmasız, sivil insanları kurşuna dizdiler. Sonra da sokağa çıkıp, kaçarlarken haykırdılar: “Peygamber’in intikamını aldık; Charlie Hebdo’yu öldürdük!”

Paris’teki bu Charlie Hebdo katliamından sonra, sağından soluna, Musevi’sinden Katolik’ine kadar gazeteler ilk sayfalarında farklılık gösteren cümlelerle, ama anlam olarak aynı şeyi ifade eden benzer manşetler attılar:

“Özgürlüğün Ölümü!”

Yani…

Basın, bu saldırı karşısında “özgürlük” prensibi temelinde bir araya geldi.

İçeriksel olarak kendi yayın çizgilerini, kendi siyasi ve dini duyarlılıklarını yok saymadan, ama bütün bunların üzerinde basın faaliyetini yürüttükleri temel prensip olan  özgürlüğünün evrensel ilkesinde bir araya geldiler.

Amasız…

Koşulsuz…

Açık, net ve kesin.

Çünkü…

Charlie Hebdo nezdinde asıl saldırılan ifade özgürlüğüydü, düşünce özgürlüğüydü, basın özgürlüğüydü.

Basının topyekûn ve ikirciksiz olarak savunduğu işte bu “özgürlük” prensibi oldu.

Çünkü…

Bu gazeteler, tüm farklı içeriksel eğilimlerine rağmen, hepsinin kendi farklılıklarını ifade edebilme olanağını sağlayan bu basın özgürlüğünün temeli üzerinde bağımsız bir medya olarak varlıklarını sürdürebiliyorlardı.

Kendi var oluş koşullarının temeli bu prensipti:

Özgürlük.

Yani…

Düşünce özgürlüğü.

İfade özgürlüğü.

Eleştiri Özgürlüğü.

Kutsalı eleştirme özgürlüğü.

Basın Özgürlüğü.

Merak edenler sağlamasını yapabilirler. İsteyen, Charlie Hebdo olayının olduğu hafta boyunca arşivlere girip,  araştırmacı bir gözle, tarafsız olarak, bir doktora tezi yazarcasına Fransa’da ve dünyada bu olay ile ilgili yapılan görsel ve yazılı yayınlarla aynı hafta boyunca Türkiye’deki medyanın bir haftalık yayınlarını inceleyip, karşılaştırabilir.

Görülecek olan şudur:

Bir taraftan…

Basın devlet güvenliği kaygısından bağımsız, kendi haber verme misyonuna göre özgürce çalışıyor; toplumu tarafsızca bilgilendiriyor. Yani basın kendi mesleki örgütlenmesi ve etik kuralları çerçevesinde neyi yayınlayıp yayınlamayacağına kendisi özgürce karar veriyor. (Yerde yatan yaralı polisin öldürülmesini yayınlayıp yayınlamama konusunda olduğu gibi) basının kendi içinde bir tartışma olduğunda, yapılan seçimi argümanlarıyla temellendirilip, savunularak “bu bizim yayın kurulunun şu nedenlerle tercihidir, yani ifade özgürlüğümüzdür denilerek, açıklamalar yapılıyor. Kimsenin kimseyi dışarıdan telefonla arayıp, haberlerin nasıl olması gerektiği konusunda emirler vermeden… Alo Philippe, vs. demeden…

Diğer taraftan da…

Charlie Hebdo olayında, basının bu özgür çalışmasıyla her şey an be an gözler önünde yaşanıyor.  Herkesin haber alma haklarını ve çekincesizce kendini ifade etmesini garanti altına alan bu aynı özgürlük prensibi sayesinde, Charlie Hebdo olayında, sadece her hangi bir insan olarak herkes tüm ayrıntılarıyla neler olduğunu görebiliyor ve kendi kişisel fikrini oluşturabiliyor. Ülkemizdeki gibi hiçbir karartma ve yayın yasağı olmadan, herhangi bir komplo teorisinin cazibesine kapılmadan…

İşte…

Bu şekilde basın özgürce haber yapabiliyor, insanlar özgürce kendini ifade edebiliyor ve özgürce haber alınabildiği için her şey gözler önünde olunca, insanlar kendileri kendi kararlarını özgürce verebiliyorlar.

Somut olarak…

Bir yandan…

Nötr ve tarafsız bir dille yayın yapan medya kuruluşlarından, sadece Kouachi kardeşlerin doğumlarından bu eylem gününe kadar tüm yaşamlarını öğrenmekle kalmıyoruz. Aynı zamanda, bu iki kardeşin eylem anında ne kadar acımasız olurlarsa olsunlar, kendilerine göre belli kurallara sahip olduklarını ve bunlara kesinlikle uyduklarını görüyoruz. “Kâfir” olarak gördükleri Charlie Hebdo yazı kurulunu ve “dinden çıkmış” olarak değerlendirdikleri Arap kökenli Müslüman polisi yaralı halde yerde yatarken bile acımadan gidip öldürürlerken; kaçmak için arabalarını gasp ettikleri ve rehin aldıkları kişileri öldürmediklerini görüyoruz. Özellikle de, son olarak sığındıkları mobilya fabrikasında rehin aldıkları işyeri sahibini ziyarete gelen bir arkadaşını, kapıda karşılayıp elini sıkarak “Sivilleri öldürmüyoruz, hadi git” diye geri gönderdiklerini daha takip sürerken anında bu ilgili kişinin olayı muhabirlere olduğu şekliyle özgürce anlatmasıyla tüm dünyada herkesle birlikte öğreniyoruz. Bu Cihatçı gençlerle ilgili kendi fikrimizi devlet propagandası ve güvenlik yasakları olmaksızın özgürce haber yapan basının yayınları sayesinde oluşturabiliyoruz.

Diğer yandan da…

Bu şekilde her şey göz önünde naklen yaşanırken, kurumsal temsilciler ve sözcüler fikirlerini kamusal olarak özgürce ifade ediyorlar. Charlie Hebdo saldırısı ile ilgili olarak, siyasi partilerin sözcüleri, (başta Müslüman temsilciler dâhil) farklı dinlerin temsilcileri, toplumsal kurum ve kuruluşlar bu saldırının doğrudan ifade özgürlüğüne yapılmış olduğunu açık ve net bir şekilde radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde belirtip, saldırıyı kınıyorlar. En çok Charlie Hebdo’nun kara mizahına maruz kalan başta sağ politikacılar ve Katolik din adamları olmak üzere, Müslüman din adamlarının da özetle söylediklerinin aynı olduğunu görüyoruz. Derginin birçok karikatürünü tasvip etmiyorum, yayın çizgisine de katılmıyorum, ama farklı düşünme ve bunu ifade edebilme özgürlüğü herkesin temel demokratik hakkıdır. Bu haklar anayasal güvence altındadır; herkes bunlara saygı duymalıdır. Gerektiğinde her türlü itiraz hukuk kuralları içerisinde yapılmalıdır. Düşündüğünü ifade ettiği için bir insanı öldürmek kabul edilemez; bu demokrasinin kendisine ve bir arada yaşamanın ruhuna yapılan bir saldırıdır.

İşte bunları başta Müslümanların bizzat Fransa’daki kendi dini temsilcileri söylüyor.

Kouachi kardeşlerin İslamiyet adına yaptıkları bir saldırıya, yine aynı İslam dininin Müslüman ümmetinin temsilcilerinin bizzat kendileri bunları söyleyerek karşı çıkıyorlar.

Tabii ki…

Tüm bu kurum ve kuruluşların kamusal alanda yaptığı bu resmi açıklamaların açık ve net bir şekilde aynı oluşu rastlantı değil; çünkü hepsi, başta bu ülkede yaşayan  Muslüman vatandaşların kendileri dahil,  öncelikle bir prensipte birleşiyorlar:

Özgürlük!

Yani…

Düşünce Özgürlüğü.

İnanç özgürlüğü.

İnançsızlık Özgürlüğü.

İnançları Eleştirme Özgürlüğü.

Farklılıklara rağmen bir arada eşit olarak yaşayabilmenin temeli olan prensip:

Özgürlük!

Bu, kapitalist Batı uygarlığının belirleyici güç olma kibrinin temeli olarak sunulan bir yaşam konforu ve bir maddi zenginlik ilkesi değil.

Tersine…

Bu, Fransız Devrimi ile insanlık tarihinin ortak sayfalarına yazılan evrensel bir prensip.

Düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü, her hangi bir inanca sahip olma ya da inançsız olma özgürlüğü, kutsallık dâhil her türlü fikri eleştirebilme özgürlüğü…

Farklılıklara rağmen eşit olarak bir arada yaşamanın temeli olan demokrasinin ruhu işte bu: Dini inancın, sosyal statünün, ekonomik durumun, eğitimin, etnik aidiyetin ne olursa olsun, herkes gibi düşünceni ifade etmekte eşit ve özgürsün.

Yani…

İnancını yaşamak, fikrini ifade etmek için kendi özgürlüğünden başka hiçbir otoriteye bağlı değilsin.

Anayasa ile güvence altına alınmış prensipler ve haklar olarak inancından ve düşüncenden sadece kendin sorumlusun.

Yani…

Özgürsün!

Emir-komuta zinciriyle, yayın yasaklarıyla, komplo teorileriyle, dini fetvalarla ve otoriter yöntemlerle aidiyetler ve vesayetler zinciri içinde despotik bir biçimde yönetilmeyi kanıksamış ülkelerde bu biraz garip gelebilir.

Ama…

Böyle bir saldırı karşısında, başta burada yaşayan Müslümanların temsilci kurumları tarafından bu özgürlük ruhunun ortak bir payda olarak ortaya kendiliğinden bir şekilde konulması da hiç şaşırtıcı değil.

Zira…

Bu toplumun temelinde, sadece en ufak bir fırsatta milliyetçiliği, ırkçılığı, kibri kaşıyarak her türden kutsal ittifak, ulusal birlik sevdalısı iktidarlar ve krizlerle ritimlenen maddi konforun hazzı ile orgazm olan liberal kapitalizm tutkunları yok.

Bu ülkede aynı zamanda…

Modern seküler-laik toplumların gelişmesini sağlayan, her türlü dinsel-etnik-ulusal ve kutsal ittifaklara karşı çağ kapatıp açan 1789 devrimi var.

“Kendi aklınla düşünmeye cesaret et” diyerek insanı bir yetişkin gibi kendi yasalarını kendine koyabilen otonom bir birey olarak, kendi aklının dışında her türlü vesayetten özgürleşmeye davet eden bir Aydınlanma geleneği var.

Yeryüzündeki tüm özgürlükçü ve eşitlikçi kolektif politikalara umut olmuş ve olmaya devam eden, 1830, 1848 halk ayaklanmaları ve devrimleri,1871 Paris Komünü deneyimi var.

Batı demokrasilerindeki sosyal kazanımların temelini oluşturan deneyimlerden birisi olan 1936 Halk Cephesi var.

İkinci Dünya Savaşı sırasında önemli bir rol oynamış Komünist Partisi ve işgalci Nazilere karşı güçlü bir halk direniş hareketi var.

Tüm dünya gençliğine esin kaynağı olmuş efsanevi 1968 Mayıs gençlik hareketi var.

Başta kendi ülkemiz dâhil, her hangi bir Orta-Doğu ülkesinde hayal bile edilemeyecek şekilde anayasal güvence altında temel bir demokratik hak olan “kutsallığı eleştirme özgürlüğü” var.

Bütün bunların doğal bir ifadesi olan bir basın ve mizah özgürlüğü geleneği ve 68 gençlik hareketlerinin heyecanıyla 1970 yılında yaratılmış, Amerika dâhil başka hiçbir Batılı demokratik ülkede olmayan anarşist bir karikatür dergisi olan Charlie Hebdo var.

İşte Charlie Hebdo, insan uygarlığının temelinde olan bütün bu özgürlüklerin mizahi bir ifadesi.

Tabii ki…

Bu ülkede aynı zamanda Katolik Klisesi, sömürgecilik, karşı devrim, Restorasyon, Mareşal Pétain, Nazi işbirlikçileri, Cezayir Savaşı, Vietnam Savaşı ve kitlesel bir faşist parti olan Le Pen var.

Ama…

Aynı topraklarda bunlara karşı mücadele eden insanlar da var.

İşte Charlie Hebdo, aynı zamanda bu mücadelesinin de mizahi bir ifadesi.

Kendi devletine ve onun sömürgeci politikalarına karşı…

Kendi ülkesindeki Katolik kurumlara ve onun fanatizmine karşı…

Kendi ülkesindeki faşist partiye ve onun ırkçı, islamifobik propagandalarına karşı…

Çünkü…

Bu toplum da, yeryüzündeki tüm diğer toplumlar gibi, çokluk içeriyor.

Ulusal kimliklerin homojen bir özdekselliğe sahip olduğu, sadece bir kurmacadır.

Bu topraklarda, başka yerlerde olduğu gibi, öncelikle bu toprakların kendi insanları, kendi faşist-ırkçı partilerine, kendi içlerindeki katolik dogmalara, islomofobik söyleme ve kendi devletlerinin işgalci-sömürgeci politikalarına karşı mücadele ediyorlar.

Bu nedenle…

Batı’nın homojen bir bütünlük içinde, topyekûn, homojen bir bütünlük içindeki Doğuya karşı bir uygarlıklar savaşı içinde olduğu da bir kurmaca…

Önce bu Batı Uygarlığının kendi içindeki insanlar, bu uygarlığın en acımasız eleştirisini öncelikle kendilerini eleştirerek bizzat kendileri yapıyorlar…

Çünkü bu toplumlar da diğer toplumlar gibi kendi içlerinde bir çokluk ve çatışma içeriyorlar.

Batı’nın bir çokluk ve çatışma içerdiği gibi…

Doğu’nun bir çokluk ve çatışma içerdiği gibi…

Hristiyanlığın bir çokluk ve çatışma içermesi gibi

Müslümanlığın bir çokluk ve çatışma içermesi gibi…

Bu nedenle…

Bu ülkede, sadece Cihatçı gençler ve Arap Monarşilerinin Petro-dolarları desteğinde Radikal İslam vaazları veren Vahhabist imamlar yok.(Felsefi Sorular, Din ve İktidar, Vahabizm, Paradoks Dergi, 2015)

Bu ülkede aynı zamanda, Arap kökenli Müslüman vatandaşlar olarak, İslam dini ve İslam Uygarlığı üzerine özgürce yazan-çizen tartışan, fikir üreten dindarlar, imamlar, akademisyenler, yazarlar var. Charlie Hebdo’nun karikatürlerle ifade ettiği konuları çok daha radikal bir biçimde vaazlarında, derslerinde, seminerlerinde, kitaplarında, çeşitli kamusal toplantılarda, radyolarda, televizyonlarda özgürce tartışıyorlar, sorguluyorlar, düşünüyorlar. Hem içinde yaşadıkları Batının ırkçılığına, islamofobi üreten Batılı faşist partilere ve ulusal birlik zihniyetine karşı mücadele ediyorlar; hem de Müslümanlar olarak, İslam dininin  Cihatçı Selefiler tarafından gasp edilmesine karşı teolojik-fikirsel mücadele veriyorlar.

Yani…

İnançlı Müslümanlar olarak öncelikle kendileri İslam dinine sahip çıkıyorlar, ama aynı şekilde açık ve net bir şekilde Cihatçı Selefiler’in savunduğu ve yaptığı şeyler Ayetlerde var, bu “hastalığın tohumları” Kuran’nın kendisinde var ve teolojik olarak mücadele etmek gerekli diyorlar. Yani bunları İslam düşmanları islamofobikler değil,  bu inançlı Müslümanlar kendi kitaplarında yazıyorlar, kendi vaazlarında, seminerlerinde, demeçlerinde söylüyorlar. İslam dinini bu indirgemeci-biçimci Cihatçı Selefiler’den kurtarmak gerektiğinin altını çizerek, bizzat kendileri mücadele ediyorlar.

Yani…

Öncelikle, bu Müslüman çokluk, bu çatışmalı ümmet kendi içinde mücadele ediyor.

Bu nedenle…

Sorun öncelikle Hristiyan/Müslüman karşıtlığı değil.

Sorun Batı/Doğu karşıtlığı değil.

Sorun Fransız/Arap karşıtlığı değil.

Sorun, öncelikle asıl kendi aidiyetlerimiz içindeki çokluğun çatışmasıdır…

Yani…

Sorun; ister Hristiyan, ister Müslüman olalım; ister ateist, ister deist olalım; ister Fransız, ister Arap olalım olalım; bir haksızlık ve adaletsizlik karşısında adil olan bir tutumda bir araya gelip, bir ortak-insanlık öznelliği oluşturabilmek ile aidiyetlerimize, pozisyonlarımıza yapışıp kalarak gözlerimizi haksızlıklara kapamak arasındaki seçimdedir. Noktasal ve geçici olsa da…

Bunun anlamı da şudur:

Asıl çatışma ve mücadele aidiyetler arasında değil, aidiyetlerin kendi içindedir.

Yani…

Asıl çatışma ve mücadele…

Tüm olgusal ve mahallî aidiyetlerin (yok sayılmadan) üzerine ve dışına çıkarak, yani insanın bir haksızlığı kendi kişisel davası yaparak, kendi kişisel aidiyetinden özgürleşip, bir an olsun herkese açık evrensel bir öznellik oluşturarak başkalarıyla bir araya gelebilme tercihi ile… Kimliklerimize, pozisyonlarımıza, çıkarlarımıza, koltuklarımıza yapışıp kalıp, başta kendi insanlığımıza ihanet etmek tercihi arasındadır .

Somut olarak…

Asıl çatışma ve mücadele…

Tüm kişisel aidiyetlerin üzerinde, haksızlıklara “hayır” diyen bir halkın evrensel kolektif öznelliğiyle Gezi’de hep bir arada olma tercihi ile iktidarın aidiyetlere sarılarak toplumu düşman kamplara bölen sultanlığının ardında bilcümle saf tutmak arasındadır.

Asıl çatışma ve mücadele…

Tüm kişisel inançların üzerinde diktatörlere “defol” diyen özgürleştirici bir politik öznellikle Tahrir meydanında bir arada herkese açık ortak-insanlıklar yaratmak ile laik diktatörlerden, Siyasi İslamcılardan darbeci generallere, insanlığı inançlara bölüp parçalayarak saltanatlarını sürdüren bilcümle iktidar sevdalılarının ardında saf tutmak arasındadır…

İşte, bu çerçevede ele aldığımızda…

Charlie Hebdo saldırısı, kişisel aidiyetlere ve inançlara göre pozisyon alınarak savunulup ya da karşı çıkılacak bir olay değildir.

Tersine…

Charlie Hebdo olayı, silahsız insanlara sadece düşüncelerini ifade ettiği için yapılan bir saldırı olarak öncelikle prensip düzeyinde adil olmayan ve kabul edilemez bir haksızlık olarak değerlendirilmelidir.

O halde burada sorun, tüm tekil aidiyetler üzerinde, bir prensip sorunudur.

Yani…

Buradaki temel soru şudur:

Kişisel aidiyetleri ve tekil farklılıkları yok saymadan, ama onlara rağmen ve onların üzerinde “Bu bir haksızlıktır” diyerek adil olan, evrensel olan bir prensibin etrafında tüm yeryüzünde herkesin katılabileceği bir ortak-insanlık öznelliğinde yer alacak mıyız?

Yoksa sadece kişisel aidiyetlerimizi, inançlarımızı ve pozisyonlarımızı mı savunacağız?

Amerika’dan, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’ya… Asıl sorun prensipte budur.

Amerikan gençliğinin öncelikle bizzat kendi devletinin işgalci politikalarına ve haksız Vietnam Savaşına karşı “Hayır” diyerek ayaklanması gibi…

Fransız gençliğinin öncelikle bizzat kendi devletinin sömürgeci politikalarına ve haksız Cezayir Savaşına karşı “Hayır” diyerek karşı çıkması gibi…

Charlie Hebdo saldırısında da temel soru budur: Haksızlığa mı karşı çıkacağız, aidiyetlerimiz adına gözlerimizi mi yumacağız?

Çünkü…

Charlie Hebdo, Batı’nın değerleri adına Doğu kültürüne saldıran, Hristiyanlık adına Müslümanlığa karşı haçlı seferine çıkan ırkçı, islamofobik bir yayın değildi.

Tersine…

Charlie Hebdo, hiçbir özel otoritenin önünde diz çökmeden, sadece temel özgürlüklerin yaratıcı bir ifadesi olarak ironi yaptığı; insanları kendilerine gülmeye (autodérision) ve düşünmeye çarpıcı bir görsel yaratıcılıkla davet ettiği için saldırıya uğradı.

Charlie Hebdo, öncelikle kendi kendisini sorgulayamayan, kendi kendisiyle dalga geçemeyen her türlü tabunun ve dogmatizmin kendisine bir ayna tutarak gülmeye ve özgürleşmeye davet ettiği için hedef alındı.

Charlie Hebdo, başta Batı kapitalizmi ve Hristiyan uygarlığı olmak üzere, kendi içinden çıktığı yağmacı, egoist sisteme, fanatik kurumlara ve doğmalara karşı radikal bir tutumla karşı çıkan anarşist bir mizah dergisiydi.

Charlie Hebdo, bir ulus, bir kültür, bir din adına; diğer bir ulusa, diğer bir kültüre, diğer bir dine savaş açan “yerel” bir yayın da değildi.

Charlie Hebdo, nerede, ne şekilde olursa olsun düşünce özgürlüğünü, kadın erkek eşitliğini, inanç özgürlüğünü ve anayasal bir hak olan kutsallığı eleştirme hakkını yayın politikası yaparak, dinlere ve devletlere eşit mesafede tarafsız bir şekilde duran, her türlü vesayet karşıtı, evrensel bir sanat dergisiydi.

Charlie Hebdo, öncelikle kendisinden başlayarak, insanları kendi fanatizmi, kendi dogmatizmi ve tabularıyla yüzleşmeye, dalga geçmeye, gülmeye davet eden özgürlükçü bir ironi tarzıydı.

Aydınlanma rasyonalitesini, Paris Komünü dayanışmasını, 1968 isyancı-anarşist ruhunu taşıyordu.

Bu anlamda…

Charlie Hebdo; fikirleri, inançları, yaşamları gasp eden otoritelerden, kurumlardan kendilerini özgürleştirerek, insanların kendi değerlerini bizzat kendilerinin sahiplenmeleri arzusuyla kara mizah yapan bir angajmanı vardı.

Bu nedenle…

Charlie Hebdo, yeryüzünün her köşesindeki kalemin, fikrin, esprinin, ironinin, sanatın, düşüncenin ve özgürlüğün yaratıcı çabalarından oluşan çokluk içeren insan uygarlığının ortak sembollerinden biriydi.

Bunun karşısında, Charlie Hebdo’yu “öldürmek” için sıkılan kurşunlar ise, yeryüzünün her köşesinde “ötekini” yok etmek için hasetle çekilen tetiğin yıkıcı kolaycılığını kendini gerçekleştirmenin kahramanlığı olarak kurgulayan tüm aynılık-ittifaklarının saflık saplantısıydı.

Birisi yaratıcı bir anarşizm (imtiyazsızlık) ifade etmekteydi:

“Diz çöküp yaşamaktansa, ayakta ölmeyi tercih ederim” diyordu.

Diğeri, yok edici bir nihilizmdi (hiççilik):

“Peygamber’in intikamını aldık, Charlie Hebdo’yu öldürdük!” diye haykırdı.

Yani…

Birinin; yaratıcı gücü kendisindedir, kendi varoluşuna içkindir. Ötekinin davasını içselleştiren sonsuz bir diyalektik ile kendinden özgürleşerek, bir durum içinde özneleşerek, kendini sürekli yeniden yaratır.

Diğerinin; kendi içindeki hiçlik arzusunu yaşatmak için ötekini sürekli yok etmeye ihtiyacı vardır. Kendi içindeki sonsuz bir iç savaş gibi, yıkıcı bir nihilizme kendi insanlığının içindeki ötekini öldürdükçe, aslında kendi aynılık-varoluşunu sadece sonsuz bir hiçlik arzusuyla yaşatır. Devindirici güç kendisinin dışındadır, kendine aşkındır. Öznel bir ihtilal yapmadığı, kendi özdeksel aidiyetinin ağırlığından özgürleşmediği, kendi içkin gücünü yeniden keşfedip harekete geçiremediği sürece, ötekine bağımlıdır; çünkü kendi hiçliğini, sadece ötekinin var oluşunun nefretiyle besler.

Bu nedenle…

Paris’in mütevazı bir semtinde, küçük bir büroda, fikirlerini tartışmak, yayın programına karar vermek için, ellerinde sadece kalemleriyle toplanan yeryüzünün bir avuç yetenekli karikatüristini, kutsal bir değer adına otomatik silahlarla tarayarak “Peygamber’in İntikamını aldık, Charlie Hebdo’yu öldürdük”, diye haykıran gençler, aslında bu ölümcül kurşunları kendi ifade ettikleri bir İslam anlayışının kendisine sıkmış oldular.

Yani…

Paradoksal bir biçimde…

Bu Cihatçı gençler, aslında uğruna savaştıkları İslami romantizmi kendi elleriyle tüm dünyanın gözleri önünde kurşunlayarak öldürmüş oldular.

Böylece…

Bu ölümcül olay, her iki taraf için de bir milat oldu.

Her iki taraf için de bir hakikati tüm çıplaklığıyla ortaya koydu…

Bir yandan…

Cihatçı gençler, Charlie Hebdo’yu “öldürmek” bir mağduriyetin intikamını almak için kurşun sıktılar.

Ama paradoksal olarak…

Bu baskın ile bu Cihatçı gençler, Charlie Hebdo’nun yayın prensiplerini ölümsüzleştirdiler. Bu Cihatçı gençler, kendi kurşunlarıyla uğruna Cihat ettikleri belli bir “adil olma” inancını sembolik olarak öldürdüler. Uğruna savaştıkları romantik bir efsaneye son vererek, tüm Müslümanları kendi inançlarını sahiplenmeye davet eden radikal bir sorgulama sürecini başlattılar.

Müslümanlar için, bugün İslam dini ve İslam uygarlığı ne ifade ediyor?

Tüm Müslümanlara ve insanlığa ne sunuyor?

Diğer yandan da…

Bu baskın, Batı uygarlığı için de bir milat oldu. Bir hakikati gözler önüne serdi.

Bu Cihatçı gençlerin bir dini inanç adına bir mizah dergisini “öldürmek” için yaptıkları bu silahlı baskınında, Batı Uygarlığı tüm çıplaklığıyla ilk kez bir şey gördü. Batı Uygarlığının topraklarında doğup, büyüyen; Batı Uygarlığının kendi vatandaşı, kendi çocukları olan bu gençler, aslında Batı Uygarlığının kendi içinde kendi elleriyle yarattığı bambaşka bir dünyanın çocukları olmuşlardı.

Yani…

 

Charlie Hebdo’nun ironisi, Batı Uygarlığını da dogmatik uykusundan uyandırdı ve kendi kibrinden doğan körlüğünü sorgulamasına yol açtı.

Bu ayrıcalıklı topraklarda doğan, burada okula giden, rap şarkıcısı olmak isteyen, Arapça dahi bilmeyen bu gençler neden İslami Ciha’a katılıp vatandaşı olduğu kendi ülkesinin ideallerine kurşun sıkıyor, kendi vatandaşını düşman görüyordu?

Her yıl binlerce göçmen yaşamı pahasına terkedilmiş gemilerden bu çekici maddi uygarlığın kıyılarına çıkmak için can atarken; tersine neden burada doğup büyüyen bu gençler binlerce kilometre uzaktaki Yemen, Afganistan, Irak, Suriye gibi ülkelerdeki bir başka uzak uygarlığın savaşçısı oluyordular?

Neden modern ve konforlu Batı Uygarlığının nimetlerini bırakıp, Orta-Doğu ülkelerinin zorlu yaşamındaki arkaik-mitolojik bir dönemin romantik çekiciliğine kapılıyorlardı?

Batı’nın maddi konforunda, kibrinde, ırkçılığında, faşizminde kendini bulamayan gençlerden Arap Monarşilerinin petrodolarlarıyla Avrupa’ya gönderilen imamların mahalle camilerinde cihatçı yetiştirmesinin bir rastlantı olmadığını, Batı Uygarlığının da artık görmesi gerekiyor. (Ütopyalar Neden Yanıyor? Paradoks Dergi, 2005)

Batı’yı Charlie Hebdo saldırısıyla dogmatik uykusundan uyandıran bu Cihatçı romantizm dalgasına, sadece bir işsizlik, yoksulluk ve eğitimsizlik, sosyal başarısızlık gibi yorgun sosyolojik tekerlemelerle yaklaşmaktan vazgeçmek gerekiyor.

Çünkü…

İslami Cihat için Fransa’dan Suriye’ye giden yaklaşık 1500 gencin % 80’i ekonomik olarak iyi düzeyde olan iyi eğitimli orta kesim ailelerin, hiçbir adli geçmişi olmayan sorunsuz çocukları.

Ama…

İslam uygarlığı da, Batı’nın kendisini kendi uygarlığı içinde eleştiren filozoflarından ödünç alarak Batı çürüdü, bitti edebiyatını bir kenara bırakıp, kendi İslam Uygarlığının içinde aynı zorlu eleştirel çalışmayı kendileri yaparak, İslam uygarlığının bugün Batı nefretinden beslenen Cihatçı gençler yetiştirerek lokal politik iktidarları ele geçirme ideolojisinden ve yeryüzünde safahatını sürdürme hırsından başka ne ifade ettiğini tüm dünyaya söylemeleri gerekiyor. (Felsefi Sorular III, Din ve İktidar, Selefizm, Paradoks Dergi, )

Temel sorular şunlar:

İslam uygarlığı bugün kendi inanç sistemi, kendi felsefi, tarihsel ve kültürel kaynakları ve sosyolojik var oluşu içeresinde tüm Müslümanlara ve insanlığa ne ifade ediyor?

Bugün, günümüzde Müslüman olmanın onuru, ahlakı, hakkaniyeti, evrensel adaleti nedir?

Charlie Hebdo ironisi, tüm yeryüzünde bu karşılıklı sorgulamalarda yaşamaya devam edecektir.

Çünkü…

Batı ya da Doğu fark etmez. Uygarlıklar sınırlı ve geçicidir; espiri (düşünce) ise, sınırsız ve sonsuzdur.

05.04.2015

Yazar: Metin Gönen

Not: Bu yazı Charlie Hebdo olayının ardından yazılmış ve Paradoks Dergi’nin Philosophia bölümünde başlattığı “Felsefi Sorular – Hangi Batı, Hangi Doğu?”, “Din ve İktidar” “Selefizm”, “Vahhabizme”, “Müslüman Kardeşler” ile Siyasi İslam konusunu düşünerek  Arap Baharı, Gezi, Rojova, Syriza, Podemos… ile devam edip “Demokrasi ve HDP” çerçevesinde Türkiye’deki Haziran 2015 seçimlerine kadar farklı toplum projelerini değerlendiren bir felsefi araştırmanın programını ve içeriğini belirlemiştir.