Politika, Demokrasi ve Temsiliyet İkilemi

Politikanın sorunu; öncü-siyaset anlayışı ve temsili parlamenter sistemde olduğu gibi, bir aydınlatıcı/aydınlatan ya da yönetici/yönetilen ikilemi değildir.

Yani…

Politikanın sorunu; kim kimi bilinçlendirecek, kim kimi yönetecek, soruları değildir…

Çünkü…

Politikanın sorunu; yeryüzünde egemenlik altındaki yaşamlarından, toplumdaki sömürülen pozisyonlarından dolayı “bilinçsiz” olduğu sanılan anonim vücutların, “kurtuluş-bilimi”nin ışığını elinde tuttuklarını iddia eden “öncü-kafalar” tarafından “bilinçlendirilmesi”, “uyandırılması” ve eğitilmesi değildir.

Politikanın sorunu; bilinçsiz ve eğitimsiz oldukları için, tahakküm ve sömürü altında olduklarının dahi farkına varamadığı sanılan anonim yığınların, bu kısır döngüden çıkabilmesi için, “kurtuluşu” ve “hizmeti” kendilerine meslek edindiğini iddia eden “çobanlar” ve “misyonerler” tarafından cennet beklentisiyle güdülerek, vaat edilmiş topraklara götürülmesi de değildir.

Politikanın sorunu; sadece bazı ayrıcalıklı “öncü-zihinlerin” ayırdına vardığını iddia ettikleri ya da Tanrı’nın bazı ayrıcalıklı kullarına vahiy yoluyla ilettiği gizli bir “gelecek” ve vaat edilen bir “cennet” formülünün hakikatine ulaşmak, yeryüzünde nasıl da böyle bir tahakküm altında yaşadığımızın, neden toplumsal ya da bireysel bir kurtuluş için isyan etmediğimizin ayrımına varabilmek için “aydınlanmak” hiç değildir.

Çünkü…

Öncülük-siyasetinde ve temsili parlamenter sistemindeki asıl sorun, “politika” anlayışının kendisindedir…

Yani…

Sorun; özgürleştireceğini ve kurtaracağını vaat ettiği halkı, kendi başına bir hiç olduğuna inandıran, bu inancı sonsuz bir şekilde tekrar edip, halkı bir mağduriyet konumuna hapsederek onun üzerinde egemenlik ilişkisi kuran ve sürdüren bir “politik” anlayışın paradoksundadır.

Yani…

Sorun; öncülük ve temsiliyetin politika degil, bir tahakküm sistemi olmasıdır.

Çünkü…

Geniş anonim yığınların, sadece sosyolojik statülerinden ve yaşamdaki ekonomik konumlarından dolayı eğitilecek cahiller, güdülecek sürüler, yönetilecek kitleler olduğunu sanıp; kendine de, bir “bilinç götürücü”, bir öncü, bir yönetici, bir kurtarıcı misyonu biçmek, sadece halk adına halk üzerinde egemenlik kurmaktan başka bir şey değildir.

Yani…

İnsanlığı bilinçlendirilecekler-yönetilecekler ve bilinçlendirenler-yönetenler olarak ikiye bölmek; halka bu kurmaca paylaşımı sürekli hatırlatıp, empoze ederek “öncülük” ve “yönetme” meşruluğu vaaz etmek, halk adına, halk için, ama halka rağmen, halk üzerinde kurulan egemenlik ilişkisini sonsuz ve sınırsız bir şekilde yeniden üretmektir.

Paradoks işte budur:

Kurtarıcı-yönetici misyonuyla tahakküm ilişkisi kurmak.

Bu nedenle…

Asıl sorun, insanı kurtarıcı bekleyen mağduriyet psikolojisi içinde felç eden bu paradokstan özgürleşmek ve enerjileri serbest bırakmaktır.

Yani…

Asıl sorun sadece şudur:

Kapitalin uluslararası entrikalarının, borsa oyunlarının, para avcılarının ve kölelik metafiziğinin bize dayattığı bu yaşamdan başka bir yaşamı hak ettiğimizi düşünüyor muyuz?

Sorun sadece budur:

Bize layık görülenden başka bir yaşam istiyor muyuz?

Bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor muyuz?

Bu kadar basit…

Evet…

Herhangi bir insan olarak, her insanın ortak kapasitesinde olan bir şey bu sadece…

Başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor ve bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşam istiyorsak, hiçbir “temsilciye”, “öncüye”, “çobana”, “misyonere”, “bilinçlenmeye”, “aydınlanmaya” ihtiyacımız yok demektir.

Çünkü…

Kapitalin sömürüsünün ne olduğunu en iyi bilen, yine işçilerin kendileridir.

Topraksızlığın ne olduğunu en iyi bilen, yine köylülerin kendileridir.

Yoksulluğun, çaresizliğin ne olduğunu en iyi bilen, yine yoksulların kendileridir.

Köle-efendi metafiziğinin ne olduğunu en iyi bilen, yine kölelerin kendileridir.

Bu nedenle…

Sorun; “bilinçlendirme” ya da “hizmet” sevdasıyla gelen tüm öncülerin ve misyonerlerin kurduğu egemenlik ilişkisinden, eşit ve özgür herhangi bir insan olarak özgürleşmeyi isteyip istememektedir.

Çünkü…

Sadece eşit ve özgür herhangi bir insan olarak, bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor ve başka bir yaşam istiyorsak önümüzde hemen bir yığın olasılıklar seçimi ve çalışma alanı açılıyor demektir.

Hemen şimdi…

Evet…

Eğer sadece bunu düşünüyor ve istiyorsak…

1830’lu yılların Saint-Simoncu işçi hareketleri tarihi hepimize bunu gösteriyor.

Yaşamda hiçbir şey olmayan proleterlerin aslında herşey olabilecekleri olanakları var: Geceler…

Proleterler, üretim/tüketim zamanının ve iş/uyku çarkının dışında bir yaşama layık olduklarını düşünüyorlar ve bunu gerçekleştirmek istiyorlar.

Gündüz çalışıp, geceleri özgürce toplanıp, politikadan edebiyata, felsefeden tiyatroya, okuyup, yazıp, basıp, yayınlayıp başka bir yaşam örgütlüyorlar. Bıraktıkları eserler ve yazılı arşivler üzerinde on yıl boyunca çalışan bir filozof, bu efsanevi özgürlük ve eşitlik serüvenini, bu kendilerine layık gördükleri insanca yaşamı tüm zorunlulukların ötesinde düşünen ve gerçekleştiren tarihsel deneyimi “Proleterlerin Gecesi” (Jacques Ranciere, La nuit des prolétaires, 1981) adlı bir kitapta bize örnek olarak güncelliyor.

1968 Ruhu ve Tout va bien (Her Şey Yolunda, Jean-Luc Godard, 1972) filmi gösteriyor:

Kolektif öznelliğin özgürleştirici ve yaratıcı gücü var…

2001 krizinden sonra Arjantin’de “işgal et ve yönet” fikriyle işçilerin kendi öz yönetiminde olan patronsuz 200 fabrika yaşatılıyor.

Kazova’lı işçilerin kendilerinin yönettiği patronsuz fabrikaları ve mağazaları var.

Greif Çuval işçilerinin, çalıştıkları fabrikayı işgal edip üretim/tüketim, çalışma/uyku zamanının çarkını kırarak, kendilerine zaman yaratıp, başka bir yaşama layık olduklarını düşünen, tartışan kolektif yaşam deneyimleri var.

Halkların; haksızlıklara “hayır” diyen vicdanı, adalet duygusu ve meydanları var.

Gezi Ruhu’nun gençleri ve parkları var.

Zapatistler’in ve tüm özgürlük-eşitlik savaşçılarının dağları var.

Tahrir var, Madrid var, Wall Street var…

Her yerde…

Her biçimde…

Kapitalin, para avcılarının, borsa oyunlarının sunduğu ve kölelik metafiziğinin dayattığı yaşamların dışında, bir yığın farklı yaşamlar yaratılıyor…

Belirsiz bir gelecekte ve bir başka dünyada vaat edilen bir cennette değil…

Hemen şimdi, burada, yeryüzünde…

Sadece özgür ve eşit herhangi bir insan olarak yeryüzünde başka bir yaşama layık olduğunu düşünen ve bunu isteyen insanların oluşturduğu özgür ve eşit ortak-yaşamlar bunlar…

Çünkü…

Başta Anadolu, Afrika ve Latin Amerika halkı olmak üzere, bütün dünya halkları kapitalin ve uluslararası şirketlerin bir yaşam hakkı olan suyu dahi nasıl da bir meta olarak alıp sattığını, bunun için yerel yönetimlerle her türlü rüşvet ve yolsuzluk ilişkisi içinde insanlığı en doğal hakkından yoksun bırakarak geri dönülemez ekolojik felaketlere doğru nasıl sürüklediğini çok iyi biliyor.

İnsanlar; suyuna ve kendi insanlığına sahip çıkmak için Costa Gavras’ın Kapital’ine, Martin Scorsese’in Para Avcısı’nın borsa oyunlarına, Steve McQueen’in Esaret’inin çaresizliğine, yolsuzluk içinde çürümüş Megaville Konseyi’ne, rüşvetçi şirketlere, işbirlikçi yerel yönetimlere ve Hes’lere hayır diyorlar.

İnsanlar; Gezi Ruhu ile ihale oligarşisinin dayattığı fikirsiz-ruhsuz betonarme toplum projelerine, ortak-yaşam alanlarının ve kaynakların yağmalanmasına “hayır”, diyerek; ağaçlarına, parklarına, meydanlarına, şehirlerine, ormanlarına ve yaşamlarına adalet duygusuyla sahip çıkıyorlar, dayatılandan farklı bir yaşam için kader birliği yapıyorlar.

Sadece…

Bir insan olarak, dayatılandan başka bir yaşama layık olduklarını düşünüyorlar ve başka bir yaşam istiyorlar.

Hemen şimdi, burada, yeryüzünde…

Başka bir estetik (duyarlılık) ile başka bir zaman-mekân, başka bir tarihsellik ve olay örgüsü kurguluyorlar.

Başka bir yaşam, başka bir dünya yaratıyorlar.

Yani…

Başka senaryolar yazıyorlar, başka filmlerle, başka mizansenler yapıyorlar.

Dayatılan ve mecbur bırakılan yaşamlardan başka yaşamları yaşıyorlar.

Deneysel…

Doğaçlama…

Barikatlarla…

Derme çatma…

Fikir ve argüman mücadeleleriyle…

Adalet savaşlarıyla…

Gençlerin ölümü, anaların parçalanan yürekleri pahasına…

Gün be gün…

Düşe kalka…

Yerel…

Dağınık…

Ama…

Adilane bir ortak-insanlık duygusuyla…

Eşit ve özgür…

Herkese açık ve evrensel…

Bu nedenle de…

Çokluk içeriyorlar…

Yani…

Öznel olarak, sonsuz, sınırsız ve ölümsüzler…

Yani…

“Bilinçsiz halk” safsatasının, “öncülük rivayetleri”nin, “milli irade” masallarının, zorla dayatılan tek tip üniformaların, uygun adımlarla yerinde saymaların, hazırolda bekleyen gönüllü kullukların, linççi nefret söylemlerinin ve her türlü mağduriyet edebiyatının melankolisi dışında eşit ve özgür ortak-insanlıklar yaratılıyor…

Dayatılan yaşamlardan farklı yaşamlara layık olunduğu düşünülüyor ve “bilinçlenme” vaaz eden hiçbir “temsilciye” ihtiyaç duymadan başka ortak-yaşamlar kurgulanıyor…

Gelecekten emin olmadan…

Elde bir pusula bulunmadan…

Nereye gidildiği bilinmeden…

Ama…

Toplumun ve insanlığın ortak-kaderinin belirlenmesini oligarşik (azınlık-temsilci) iktidarlara devretmeden…

Yeryüzündeki ortak-yaşamı Tarih’e ya da Tanrı’ya bırakmadan…

Anın zorunluluklarına inat…

Sadece eylemin, yeni olasılıklar, gelecek fikri ve kolektif öznellikler yarattığını düşünerek…

Kızlı-erkekli…

Şarkılı-sözlü…

Acılı-tatlılı…

Eğlenceli-yaslı…

Aç-tok…

Duygusal-düşünsel…

Genç ve yaşlı…

Dayatılanın dışında farklı ortak-yaşamlar, kolektif öznellikler ve kader birlikleri yaratılıyor.

Yani…

İnsana insanlığını hatırlatan, sadece düşünülen, istenilen, bir duygu ve bir fikirle yaşanan “herhangi” bir yaşam olarak…

Herhangi bir insanın kapasitesinde olan ve herkesle paylaşılabilen yaşamlar olarak…

Yani…

Burada…

Politikos kavramının antik Yunan’da ortaya çıkışının ifade ettiği hakikat olan:

“Nasıl bir ortak yaşam?

Ne tür bir kolektif öznellik?

Sorularına yanıt veren anlamda politika yapılıyor.

Çünkü…

Politika; kölelik ilişkilerinin mekanizmasını çözmüş, kapitalin, para avcılarının sömürü gizemini ve iktidarların yolsuzluk çarkını kavramış bir “bilinç” durumundan ya da farklı sosyal-etnik-mezhep gruplarının köleliğe karşı isyanından ötede bir şeyler ister.

Politika; üretim ve tüketim döngüsünün sosyolojik, etnik, dinsel egemenlik ilişkilerinin hiyerarşisi içinde herhangi bir olgusal pozisyonun savaşını vermek; şimdi de benim yönetme sıram geldi diyerek, tüketim ve iktidar aidiyetine ortak olmayı istemek ya da çaresizlik içindeki şizofrenik patlamalarla yıkıcı bir kopuş hedeflemek değildir.

Politika; her şeyden önce, üretim/tüketim zamanının ve her türlü egemenlik ilişkilerinin hiyerarşik-sosyolojik olarak belirlediği zorunluluklar çarkının dışında, farklı dünyaların karşılaştığı ve farklılıkların birbirlerine argümanlı bir şekilde hitap ettiği polemik bir kamusal ortak-alanın, tartışmalı bir ortak-sahnenin yaratılmasıdır.

Politika; aynı zamanda, herkesin birbirine hitap etmesini ve farklı dünyaların karşılaşmasını sağlayan bu ortak-alanda, kimin toplum ve insanlık adına söz söyleme hakkına ve kapasitesine sahip olup olmadığının, kimin bu ortak-sahnede yöneten ya da yönetilen, öncü ya da artçı, merkez ya da kenar olduğunun bizzat kendisinin de sahnelenip tartışıldığı, bir ortak-paydanın oluşturulmasıdır.

Yani…

Politika; farklı dünyaların karşılaştığı bu tartışmacı ortak-alanda, sadece kendi grubunun çıkarları için, belli bir statü ile kendi grubu adına konuşmak ve sadece kendi yandaş grubuna hitap etmek değildir.

Politika; üretim ve tüketim zamanının sosyolojik olarak belirlediği çarkın ve egemenlik ilişkilerinin dışında oluşturulan polemik ortak- sahnelerdeki farklı dünyaların karşılaşmasında, her türlü mevki ve pozisyonun dışında, sadece herhangi bir insan olarak, salt herhangi bir insanın ortak kapasitesini harekete geçirerek, yalnızca herhangi birisi adına, ama tüm insanlık için konuşmaktır ve ayrıcalıksız herkese, tüm insanlığa hitap etmektir.

İşte…

Bu ortak-insanlık ve ortak-yaşam kapasitesinin reel olarak icrasına da demokrasi denir.

Demokratia:

Demos’un, yani halkın, paradoksal bir şekilde sahip olduğu Kretein’in, yani fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücü ve kapasitesinin icrasıdır.

Çünkü…

Demos; toplum ve insanlık adına söz söylemek için (doğuştan ya da sonradan sahip olunan) hiçbir ayrıcalığı, etiketi, apoleti, statüsü, mevkii ve uzman bilgisi olmayan; ama yine de eşit ve özgür herhangi bir insan olarak toplumun ve insanlığın kaderi hakkında fikir belirtme, karar alma ve yönetme (Kretein) sürecine katılmaya hakkı ve kapasitesi olan demektir.

Bu nedenle…

Demos’un (halkın) Kretein’i (fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücü), hiçbir uzman bilgi, hiçbir maddi veri, hiçbir statü üzerinde yükselmeyen, paradoksal bir reel güçtür.

Yani…

Herhangi bir insanın, sadece herhangi bir konuşan insan olmasında bulunan bir ortak-insanlık kapasitesidir.

Sonsuz ve sınırsız bir şekilde, her zaman aktive edilen görünmez, maddesiz bir enerji gibidir…

Bu nedenle…

Varlığı yok sayıldığında, gücü görmezden gelindiğinde de elektrik gibi çarpar…

1848 Ruhu gibi…

1871 Ruhu gibi

68 Ruhu gibi…

2013 Gezi Ruhu gibi…

Bu demektir ki…

Demokrasi; ne parlamenter-temsili sistemin şekillendirdiği belli bir hükümet biçimidir; ne de seçilen/seçen ayrımının hiyerarşisiyle belirlenen oligarşik (azınlık) bir yönetim sisteminin, bir “milli irade”nin ifadesi olduğu safsatasıyla halkın yönetme kapasitesini (Kretein) gasp etmesidir.

Temsili-parlamenter sistem, hem prensip olarak, hem de tarihsel gerçeklik olarak demokrasinin tersidir. Demokratia, antik Yunan’da ortaya çıktığında, hiçbir özel etikete sahip olmayan tüm özgür yurttaşların ortak yönetme kapasitesinin eşitliği üzerinde kurulmuştur.

Yöneticileri belirleme sistemi de, Atina’da uygulandığı gibi, kura çekmektir.

Bunun nedeni de, sadece herhangi bir insan olarak herkesin eşit olarak yönetme kapasitesine sahip olduğu prensibidir. Bu nedenle, kura çekimi, iktidar tutkusuyla ve güç gösterisiyle yanıp tutuşanların devlet yönetimini ele geçirmesini engeller.

Oysa…

Temsili-parlamenter sistem, prensip olarak tüm halkın yönetme kapasitesini gasp eden bir azınlık (oligarşi) iktidarıdır.

Yani…

Temsili-parlamenter sistemin, yönetici bir azınlıktan oluşan oligarşik bir işleyişi vardır.

Temsili-parlamenter sistemde, devleti yöneten azınlık iktidarı, halkı temsil etmek yerine, tam tersine halkın kendisinin üzerinde bir yönetim otoritesini ve iktidar gücünü temsil eder. Yönetimin bu oligarşik otoritesi ve güç gösterisi de, seçilmişlik, milli irade, mevki, bilgi, uzmanlık, danışmanlık, atanmışlık gibi devlet yönetiminde ayrıcalık ve meşruluk yarattığı sanılan özellikler üzerine kurulur.

Bu da temelde seçimlerle gerçekleştirilir.

Temsili sistemdeki seçimler; bir yandan, Demos’un (halkın) düşünme, karar verme ve kolektif davranma-yönetme kapasitesini bir “temsilciler sınıfına” devretmesi, sonra da kendi oylarıyla yarattığı bu iktidar otoritesi karşısında boyun eğip, susmasıdır.

Temsili sistemdeki seçimler; diğer yandan, Demos’un elinden Kretein’i (düşünme, fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücünü) “milli iradeyi” temsil etme masalıyla yönetme ayrıcalığına sahip olduğunu iddia eden “temsilciler” oligarşisi tarafından gasp edilmesidir…

Temsili sistemdeki seçimler, işte halkın bu doğrudan yönetme kapasitesinden “vazgeçme” ve temsilciler oligarşisinin halkın bu yönetme hakkını “gasp etme” dinamiğinin sentezinden oluşan bir “meşrulaştırma” mekanizmadır.

Oysa…

Demokrasi, hem prensip hem de tarihsel gerçeklik olarak, “temsilciler” seçme ve sonra susup oturma sistemi değildir.

Demokrasi, hiçbir ayrıcalığı olmayan herhangi bir insan olarak herkesin fikir belirtme, karar verme ve yönetebilme kapasitesidir.

Platon’dan beri egemenler için skandal yaratan ve zapturapt altına alınmak istenen de, işte bu an-arşik  (an-archie, ayrıcalıksız-hiyerarşisiz) durumdur.

Arche, etimolojik olarak, başlangıç, orijin, ilk olan demektir. Arche, bu bir ilk, bir orijin, bir neden olma ayrıcalığıyla bir başlangıcı ifade etmesi açısından, aynı zamanda da, belirleyici, kumanda edici, yönlendirici olma anlamına gelir. Bu nedenle, An-Arche, yani Batı dillerine girdiği şekliyle an-archie/an-arşi (anarchie/anarşi), orijin olarak başlangıç nedeni olmama ve yönetme ayrıcalığına sahip olmama demektir.

Bu çerçevede, demokrasi (demokratia); herkesin eşit ve özgür olduğu, yani hiç kimsenin doğal ve orijin olarak daha başlangıçta herhangi bir özellikten dolayı bir yönetme ayrıcalığına sahip olmadığı bir “anarşi” durumudur.

İşte bu nedenle, demokraside, yani herkesin başlangıçta eşit ve özgür olduğu bu ayrıcalıksız-hiyerarşisiz anarşi ve kaos durumunda, ikna temelinde argümanlı fikir tartışması, ortak karar alma, ortak davranış ve kolektif eylem yaratma süreci yaşanır.

Politika (politikos); eşit ve özgür bireylerle kolektif eylem, ortak-yaşam, ortak-öznellik ve kader birliği yaratmak için öncelikle demokrasinin bu ayrıcalıksız-hiyerarşisiz anarşi (an-archie) durumunu üstlenmek ve bunun her daim sağlamasını yapmak zorundadır.

İşte bu nedenle, politika, uzlaşım ve gönüllü kulluk içinde iktidar olma, tahakküm kurma ya da iktidarlara itaat etme sanatı değil; tersine, farklı dünyaların eşit, özgür ve tartışmalı karşılaşmalarından ortak-sahneler, kolektif öznellikler, ortak-insanlıklar ve ortak-yaşamlar yaratabilme sanatıdır.

Gezi Hareketi gibi…

Politika, demokrasinin bu orijin anarşik eşitlik-özgürlük skandalını üstlenmek,  her daim bunun sağlamasını yapmak ve icra etmektir.

Yani…

Eşitlik ve özgürlük prensibiyle tüm egemenlik ilişkilerini ve tüm “temsilciler” hiyerarşisinin ayrıcalığını algıda, duyguda ve davranışta yıkmaktır.

Ve…

Herkesin, sadece herhangi bir insan olarak tüm toplum ve insanlık adına konuşma, karar alma ve yönetme sürecine katıldığı kolektif yaşamlar ve kolektif öznellikler yaratmaktır.

Sanatın politikası da, işte bunun mizansenini yapabilmektir.

Tout va bien filmi gibi…

Çünkü…

Politikanın temeli zaten estetiktir (duyusaldır).

Ama bu…

Kapital ve Para Avcısı gibi sadece cezbedici negatif saptamalar yapmak ve 12 Yıllık Esaret gibi mağduriyet duygusunu tescil etmek değildir…

Etiketlerin, apoletlerin, statülerin, mevkilerin, pozisyonların, her türden kimliklerin ve piyasada dolaşan temelsiz tekerlemelerin tescilini ve tekrarını yapmak hiç değildir.

Politika ve sanatın politikası; hissedilen ve paylaşılan hiyerarşik uzlaşımın ve her türden egemenlik ilişkilerinin algısını yıkarak, yaratılan ortak-sahnelerde eşitliğin ve özgürlüğün sağlamasını yapan farklı duyarlılıklar yaratabilmektir.

Yaşamlarda ve ekranlarda…

Tüm edimsel, düşünsel ve duyusal galaksimizde…

Yazar: Metin GÖNEN

27.02.2014

Not: Bu yazının tam versiyonu “Kapital, Para Avcısı, 12 Yıllık Esaret ve Yolsuzluk” başlıklı SineFelsefe çalışmasından okunabilir.