Seçim Sandığı, Demokrasi ve HDP

Türkiye Haziran 2015 seçimlerine hazırlanırken, “seçim sandığı”, her seçim döneminde olduğu gibi bir “oy kutusu” olmaktan öte büyülü bir anlam kazanarak demokrasinin sembolü haline geliyor. İçinden ülkenin ortak kaderini belirleyecek yöneticilerin çıkmasını sağlayan seçim sandığının bu cazibesi, aslında demokrasinin kendisiyle ilgili fikirsel tartışmaları karartıyor.

Oy Mührü
Antik Yunan demokrasisinde seçimlerde kullanılan oy mühürü

Bir yandan…

Politikanın, tüm insanlığa seslenen fikirler ve kolektif eylemlerle bir evrensel öznellik yaratılarak yapıldığı prensibini unutan ekran yorumcuları, bilcümle anketçiler, olgusallığın tasvircisi danışmanlar, temsili parlamenter sistemin tüm partileri ve türevleri hareketler, belirlenmiş olgusal aidiyetlere göre sandıklara dağılan oy oranlarının istatistiklerine gömülüp, taktiksel seçim ittifaklarının kombinezonları içinde yitip giderlerken…

Diğer yandan…

Politikanın, temel olarak, tek tek bireylerden nasıl kolektif bir yaşam yaratırız, farklıklara rağmen nasıl bir arada yaşarız, ne tür bir anayasayla (politeia) ne tür bir toplum istiyoruz sorularına bir yanıt olduğunu unutan; özellikle bu “sihirli sandıkla” arası gayet iyi olan ve ülkeyi kendine miras kalmış bir şirket gibi yöneten iktidarın, bu dönemde demokrasiyi hatırlayarak genel seçim prensibini yüksek sesle haykırdığına şahit oluyoruz.

Haydi Sandığa!

Boyunuzun ölçüsünü sandıkta alalım!

Hodri Meydan!

İktidarı ve muhalefetiyle toplumun her 4 yılda bir içinde bulunduğu genel seçim ritüelini resmeden bu tablo, aynı zamanda topyekûn bir idealin illüzyonu haline geliyor.

Millet iradesi!

Sonra…

(Mantıksal olarak).

“Millet iradesi”, her şeyin sihirli gerekçesi oluyor.

Bir yandan…

Seçimle, yani “Millet iradesi” ile millet adına hükümetler iş başına gelip, ülkeyi kendi şirketleri gibi 4 yıl boyunca kimseye hesap vermeden yönetiyor.

Diğer yandan da…

(Pratik olarak)

Aynı seçimle oluşan “Millet iradesi”; kendi kendisinin, yani milletin seçimiyle belirlenmiş yöneticilerin, kendi milletinin iradesini zapturapt altına alacak bir garip İç Güvenlik Yasası çıkarmalarının temel gerekçesi oluyor…

Buradan da…

Bir tanım çıkıyor.

Türkiye; “Millet iradesi”nin seçimlerle belirlediği hükümetlerin, kendi milletinin iradesini “iç güvenlik” gerekçesiyle zapturapt altına alarak tüm toplumu kendi şirketleri gibi yönettiği demokratik bir ülkedir!

Yani…

Ucube bir totoloji…

Bir kısır döngü…

Kuyruğunu ısıran bir yılan hikâyesi…

Peki…

Bu garip “seçim sandığı” indirgemesi ve “millet iradesi” totolojisi; hem tüm toplumu yapay bir şekilde devindiren, hem de tüm toplumun enerjisini kendi içinde soğurup tüketen bir kara delik iken, neden tüm dertlerin çözümüymüş ve tüm uygulamaların dayanağıymış gibi çekici bir illüzyon haline gelebiliyor?

Neden?

Bu kısır döngüden çıkabilmek ve düşünebilmek için, bu illüzyona bir de dışarıdan bakalım.

Yani…

Ülkemizde seçimler döneminde “sandık” ve “Millet iradesi” totolojisi ile yaratılan demokrasi illüzyonunu, kendine “demokratik” diyen başka ülkelerin çizdikleri genel bir tablo ile karşılaştıralım.

Hayır…

Antik Yunan demokrasisi ya da doğrudan demokrasi gibi, nihilist uygarlığımıza ağır gelen gerçek demokrasi teorilerine ve pratiklerine girerek, o kadar uzağa ve derine gitmeye, zihinleri yormaya gerek yok…

Sadece…

Aynı şekilde, günümüzde kendilerine “demokrasi” diyen belli-reel yönetimlerin çizdiği genel tabloya bakalım ve bu konuyu düşünelim, bu yeterli.

Yani…

Soralım.

Türkiye’deki iktidarın iddia ettiği gibi, “bizim de millet iradesiyle sandıkta seçilmiş demokratik bir yönetimimiz var”, iddiasında bulunan ülkeler, aynı zamanda başka neler söylüyorlar?

Söyledikleri şunlar:

Demokratik bir toplumda, her bireyin kendi kişisel kararını verebilmesi ve kendi kişisel tutumunu oluşturabilmesi için, bilgi alma hakkının şeffaf ve yansız bir şekilde karşılanması gerekir.

Yani…

Demokratik bir toplumda, devlet kurumları, seçilmiş yöneticiler ve tüm kamusal otoriteler, yurttaşlara anayasal hakları çerçevesinde bilgi aktarmak ve hesap vermek zorundadır.

Demokratik bir toplumda, farklı fikirlerin kamusal alanda eşitçe karşılaşabilme garantisi, düşünce özgürlüğünün temel güvencesindedir.

Fikirlerin eşit bir şekilde kamusal alanda savunulamadığı bir toplumda ifade özgürlüğünden, dolayısıyla adil seçimlerden ve demokrasiden söz edilemez.

Bu nedenle…

Demokratik bir toplumda, ifade özgürlüğü her eşit yurttaşın  temel anayasal hakkıdır.

Bu nedenle…

Demokratik bir toplumda, bir insan, sadece herhangi bir insan olarak bir başka herhangi bir insanla eşittir ve sadece söz söyleyen herhangi bir insan olarak toplumun ortak kaderiyle ilgili fikir belirme ve bu fikirler doğrultusunda düşünerek davranma, seçim yapma özgürlüğüne sahiptir.

Demokratik bir toplumdaki inanç özgürlüğünün içerdiği herhangi bir dine inanma özgürlüğü de, din değiştirme özgürlüğü de, hiçbir dine inanmama özgürlüğü de, birinin diğerinden üstün olmadığı eşit değerlere sahip kişisel haklar olarak laik devletin inançlara karşı tarafsız duruşunun güvencesindedir.

Bu nedenle…

Demokratik bir toplumda, kamusal alan ve toplumsal yaşam sekülerdir (dini kurallardan arındırılmış), pozitif hukuk kurallarına göre şekillenir ve işler.

Yani…

Demokratik bir toplumda yönetme-yönetilme ilişkilerini ve toplumun ortak kaderine katılma haklarını; kandaki soyluluk, bankadaki paralar, dini, etnik-sosyolojik aidiyetler, statüler, apoletler, mevkiler belirlemez. Tersine, eşitlik ve özgürlük prensibiyle her insan bu hakka sadece herhangi bir insan olarak sahiptir.

Hatta…

Politik felsefenin bir klasiğidir; günümüzün modern demokrasilerinde yurttaşların bu temel haklarını ve özgürlüklerini belirleyen prensiplerden birisini, İngiliz liberal philozof John Lock’un bizzat kendisi formüle etmiştir: Eğer seçilmiş bir yönetici, seçim anında onu seçen halk ile yaptığı toplum sözleşmesine daha sonra uymazsa; halkın onu devrim yoluyla devirme hakkı ve özgürlüğü vardır.

İşte…

Bütün bu prensipler temelinde belirlenen hakların ve özgürlüklerin toplamı, toplumsal yaşamın her reel durumunda aktüalize edilmesi gereken potansiyel-apriori bir demokratik sahne oluşturur.

İşte…

Bu potansiyel-apriori demokratik toplumsal sahnede, tüm yurttaşların yönetme-yönetilme, farklılıklara rağmen birlikte yaşama ve toplumun ortak kaderine katılma ilişkileri, haklar ve ödevler çerçevesinde özgürlük ve eşitlik prensibiyle düzenlenir.

Yani…

Bir demokrasiyi demokrasi yapan, eşitlik ve özgürlük prensipleri üzerinde oluşan ve çokluk içeren bu paradoksal sistemdir.

Yoksa…

Demokrasi, sadece “seçim sandığı” indirgemesi ve her şeye gerekçe gösterilen “millet iradesi” totolojisi değildir.

Çünkü…

Farklılıklara rağmen, eşit ve özgürce bir arada yaşamayı olanaklı kılan asıl bu potansiyel-apriori demokratik sahne; çokluk içeren bir ortak-toplumsal yaşam içinde, öncelikle bir yurttaş olarak her insanın kendi hakikatlerine sadakati ve kendi fikirlerine olan inancıyla kendi özgüveni ve özsaygısının temelinde yapıcı-yaratıcı bir öznellik oluşturabilmesini olanaklı kılar.

Yani…

Ancak eşitlik ve özgürlük temelinde, her insanın kendi yaşam tercihi, kendi özsaygısı, kendi inaçları, kendi değerleri, kendi fikirleri üzerinde gerçekleştirdiği olumlayıcı (affirmatif) bir demokratik-öznellik; aynı zamanda kendi dışındaki özgürce seçilmiş tüm farklılıklara da aynı saygıyı gösterip, prensip olarak aynı eşit  değeri vermesinin özgüvenine sahip olabilir.

Kant’ın dediği gibi, ancak böyle bir afirmatif otonom-öznellik, tüm farklılıklara rağmen, ötekini sadece bir araç değil, fakat aynı zamanda kendisi gibi bir amaç, yani kendisi gibi bir başka saygın insan öznelliği olarak görebilir; prensipte ve olguda bir başka insanı kendi insanlığıyla eşdeğerde sayabilir.

Ama bu…

Batı’nın kapitalist-narsist söyleminin empoze ettiği gibi, tepeden bakan bir insan uygarlığının yüksek bilinci olarak mağdur-ötekine doğru yapılan bir kültürel açılım ya da Doğu’nun geri kalmışlığına uzatılan bir yardım eli değildir.

Tersine…

Bu, aynı zamanda, Hegel’in bir insan öznelliği, kendi insan oluşunu ancak bir başka insan öznelliğinden geçerek gerçekleştirebilir dediği gibi, insan oluşun ontolojik koşuludur. Yani bu mekanizma, ötekinin kendi öznelliğinden tanınıp geçerken, onun insanlığını da tanıyıp içselleştirerek, kendi insan olma öznelliğimizi oluşturabilmemizin diyalektiğidir.

Ancak böyle bir afirmatif demokratik-diyalektik öznellik; kendisinden başlayarak herhangi bir coğrafyaya ve uygarlığa ait etnik, ulusal, dini, mezhepsel, sosyal, kültürel, tüm tekil aidiyet farklılıklarını özgürce aşarak, eşit bir ortak-insanlık yaratabilir.

Yani…

Ancak böyle bir afirmatif bir demokratik-diyalektik öznellik; hiçbir lokal kimliği yok saymadan, ama onların olgusal (ampirik) gerçekliğine rağmen, yani aidiyetlerin sosyolojik sınırları içine hapsolmak yerine, düşüncede ve davranışta hepsinin üzerine çıkarak, yeryüzünün tüm köşesindeki her dilden, her ulustan, her dinden insanlarla birlikte haksızlıklar ve zalimler karşısında demokratik bir ortak-insanlık öznelliği yaratabilir.

Yani…

Herhangi bir lokal zulmü, kendi kişisel davası yaparak, adalet gibi bir duygunun ortak paydasında, yeryüzünün herhangi bir yerindeki o belirli ana, o somut duruma özgü olarak noktasal bir paradoksal özdeşleşmeyle tüm yeryüzünde vuku bulan ve dünyadaki herkese evrensel olarak açık olan bir “adilane-politik-öznellik” yaratabilir ve bu lokal kimliklerden ve kişisel çıkarlardan özgürleşmiş özne oluş ile düşünceli-adilane bir pratik davranışta bulunabilir.

İşte…

Ancak bu şekilde, bir hakikate sadakat, bir prensibe inanç temelinde evrensel bir tutumla, her türlü bağlayıcı-ayrımcı etnik, ulusal, coğrafi, dini, mezhepsel, sosyal, kültürel farklılıklara rağmen, aynı adalet duygusuyla kendi lokal-tekil kimliklerinden özgürleşen bir ortak-insanlık oluşturarak, bu demokratik-diyalektik öznelliğin evrensel dinamiğiyle düşüncede ve davranışta yeryüzünün tüm köşesinden hiç ummadığımız insanlarla adilane bir ortak-tutumla bir araya gelebiliriz.

Yani…

Ulusumuz, etnik kökenimiz, dinimiz, mezhebimiz ne olursa olsun; ister Batı’dan, ister Doğu’dan hangi uygarlıktan olursak olalım fark etmez. Hangi kutsal değerler adına olursa olsun, sivilleri öldüren, kadınlara tecavüz eden, çocukları savaş ganimeti diye köleleştiren, köle pazarlarında satan yağmacıların adaletsizliklerine ve iktidar hırslarına karşı ayağa kalkabilme özgürlüğüne herhangi bir insan olarak her zaman sahip olabiliriz.

Dünyanın neresinde, hangi ulusa, hangi dine ait olursak olalım; Şengal’deki katliamda bir Ezidi erkek, Kobani’deki direnişte bir Kürt kadın olabiliriz. Yeryüzünün hangi köşesinde olursak olalım, hangi etnik ve mezhepsel kimliğe sahip olursak olalım; Cizre’de ölen Kürt çocuklar, Senegal’de katledilen Hristiyan sivil halk olabiliriz. Dünyanın neresinde olursak olalım, ister Batılı, ister Doğulu olalım; ama aynı zamanda “bu yapılan adil değil” diyerek hem Paris’te baskına uğrayan ateist bir derginin İslami Cihatçılar tarafından öldürülen yayın kurulu, hem bir markette rehin alınarak vurulan Yahudiler, hem de Filistin’de İsrailli askerler tarafından öldürülen Müslüman çocuklar olabiliriz.

Bu, ne mağduriyete dışarıdan bakan bir kibir ve egemenlik pozisyonu yaratmaktır; ne de bir mağduriyet figürüyle özdeşleşerek, mağduriyet pozisyonunun çaresizliği içinde hapsolup kalmaktır.

Tersine…

Bu, mağduriyetlerin insanlığından geçerek, asıl kendi ötekileştirici yargılarımızdan kurtulabilmemizin, kendi bağlayıcı aidiyetlerimizden özgürleşebilmemizin, kendi hapishanelerimizden dışarıya çıkabilmemizin öznel dinamiğidir.

İşte…

Bu paradoksal öteki-oluş diyalektiği; ötekinin insanlığının uğradığı haksızlığı kendi insan oluşumuzun koşulu yaparak, zulmün karşısında adalet duygusunun evrenselliğiyle çıkıp, her türlü lokal aidiyetlerden özgürleşerek herkese açık adilane bir ortak-insanlık öznelliği oluşturabilme kapasitemizdir.

İşte…

Bu paradoksal özdeşleşme; insanın, haksızlığa uğramış ötekinin davasını içselleştirerek, kendi tekil aidiyetlerinden özgürleşerek yeryüzünde herkese seslenebilen evrensel bir ortak özneleşme çağrısıdır.

Oysa…

Her türlü yasaklar, otoriter söylemler ve kutsallıklar altında baskılanmış olan duyguların, fikirlerin ve inançların şekillendirdiği iğdiş edilmiş yaşamlarda, bu paradoksal demokratik-diyalektik özdeşleşmeleri özgürce düşünebilmek mümkün değildir.

Baskıcı-yasakçı toplumlarda bu paradoksal öteki-oluş diyalektiğini, pratik olarak gerçekleştirebilmek ise zaten hiç düşünülemez.

Çünkü…

Basın üzerindeki her türlü sansür ve yayın yasaklarıyla, devlet yetkilerinin özünde hiçbir açıklama içermeyen otoriter konuşmalarıyla, yürütmenin ülke çıkarları-devlet gizliliği kalkanı arkasında “biz büyük işler yapıyoruz, siz de haddinizi bilin” tarzındaki buyurgan ifadeleriyle kamusal alanı karartarak insanın en temel anayasal hakkı olan bilgilenme ve eleştirme hakkının, ifade özgürlüğünün gasp edildiği toplumlarda, bunu düşünebilmek mümkün değildir.

Ama…

Baskıcı-yasakçı, despotik toplumlarda bu durumun yol açtığı bir başka insani yıkım vardır.

Özgürce paradoksal demokratik-diyalektik özdeşleşmeleri düşünmenin ve eşitlik temelinde gerçekleştirmenin mümkün olmadığı toplumlarda, kaçınılmaz olarak, sadece hastalıklı bir narsizm ve kronik bir paranoya toplumun genel yaşam tarzı haline gelir.

Bu durumda da…

Bireyin, ötekinin uğradığı haksızlığı kendi davası yapabilecek bir özgüvene, ötekinin insanlığından geçmeyi kendi insan oluşunun temeli yapabilecek bir özsaygıya ve ötekiyle olumlayıcı demokratik-diyalektik bir özdeşleşmeyi kendini sınırlayıcı tekil aidiyetlerinden özgürleştirici bir özneleşmenin dinamiği yapabilecek dayanışmacı ve evrensel bir perspektife sahip olması mümkün değildir.

Çünkü…

İfade özgürlüğünün, her türlü devlet, yönetici ya da imtiyazlı kişi otoritesi, bilcümle “hassasiyetler” safsatası ve her çeşit kutsallaştırma kalkanıyla yasaklanıp gasp edilerek, duyguların bastırıldığı, zihinlerin ve kamusal alanın karartıldığı despotik toplumlarda; rasyonel bilginin, fikir-sanat üretiminin ve eleştirel düşüncenin yerini, buyrukların, hurafelerin, komplo teorilerinin ve beklenmedik şizofrenik patlamaların alması kaçınılmazdır.

Böyle bir atmosferde yaşayan birey, kaçınılmaz olarak, bir yandan kendini değersiz hisseden, kendine saygı duymayan, kendinden nefret eden hastalıklı bir narsizm; diğer yandan da, temelsiz korkular ve yetersizlik, tatminsizlik içinde sürekli kendini yok etmek isteyen bir rakibin mağduriyetine maruz kalma hezeyanını kurgulayan bir toplumsal paranoya geliştirir.

Kendi içindeki kaygılı-güvensiz-değersiz olma duygularından, ezeli bir “düşman” tarafından mağdur olmanın ezikliğinden ve yok edilmek korkusundan oluşan bu paranoyak şema, paradoksal olarak, kendini savunma adına, aslında yıkıcı-nihilist bir saldırı mekanizmasına dönüşür.

Bu toplumsal paranoya, bir yandan, kendine içkin olan ve asıl kendisinin kendi içinde yarattığı negatif şemayı inanılmaz bir enerji harcayıp bastırarak, yok sayar. Freud’un dediği gibi, bu bastırılan hastalıklı durum, aslında hep oradadır ve kötü bir tekrar olarak yıkıcı bir şekilde geri gelerek kendini sürekli hatırlatır, ama otistik bir tutumla hiç yokmuş gibi davranılır, yokluğuna inanılır.

Diğer taraftan da, bu toplumsal paranoya, yok saydığı bu negatif şemanın kendi içindeki reel yıkıcı etkisini sürekli hissedip yaşadığından, bu kaygılarının asıl kaynağının dışarıdaki bir “düşman” olduğunu kanıtlamaya yönelik bir hezeyan ve nefret söylemi geliştirir.

İşte bu toplumsal paranoyanın kendi içindeki negatif şemayı bastırıp yok saymanın, onun oluşturduğu reel kaygıları yok etmeye yetmeyişinin çaresizliği; bu kaygıların yol açtığı kendinden nefreti şiddetle dışarıya yansıtıp ötekinde cisimleştirmeye yol açar.

Yani…

Paranoyak bir toplumda her şey tartışmasız bir biçimde açıktır: Mağdurun kendi mağduriyetinin kaynağı tartışmasız bir şekilde ötekidir.

Bu nedenle…

Tüm içkin sorunların kaynağı olarak dışarıya yansıtılıp, günah keçisi olarak cisimleştirilen bu mutlak düşman olan ötekini yok ederek, her şeyin çözüleceği hezeyanı gerçekliğin yerini alır.

Toplumsal paranoya, kendi içinde yarattığı, ama yine kendi içinde bastırarak yok saydığı bu negatif şemanın ürettiği reel kaygılarının kaynağını dışarıya yansıtarak ötekinde cisimleştirdiği için; bu paradoksal savunma mekanizması, aslında hem kendi suçluluk duygusunu ötekinden nefret etme duygusu altında gizleyen, hem de şiddet içeren öfke patlamalarıyla öteki ile birlikte toplumun kendisini de yok edici bir nihilizme dönüşür.

İşte bu, toplumsal paranoyanın kendi içinde yaşadığı cehennemdir.

Ama burada asıl önemli ve tehlikeli olan bir başka şey daha vardır.

Bu cehennemi yaşayan toplumlar, kendi elleriyle yarattıkları bu paranoyanın farkında bile değildirler.

Çünkü…

Paranoyak toplumlarda eleştirel düşünce yoktur.

İç görü yoktur.

Kendini bilme yoktur.

Farkındalık yoktur.

Her şey fevri, benmerkezci ve tek tiptir.

Kısaca, düşünce diye bir şey yoktur.

Bu nedenle, paranoyak toplumlar kendi hezeyanlarını gerçekmiş gibi yaşarlar.

Yani…

Özgüven ve özsaygı olmadığı için her sözde bir hakaret, her davranışta bir aşağılama ve her durumda bir tehdit gören bir düşünce bozukluğunu yaşayan paranoyak toplumlarda, hem bu kişisel hezeyanlar gerçekmiş gibi senaryolaştırılır; hem de suçlu ötekinin başrolü oynadığı bu komplo senaryoları gerçekmiş gibi yaşanır.

Ülke bir cehenneme döner.

Oysa…

Bu toplumsal paranoyanın cehenneminden kurtulmanın yolu bellidir.

Öncelikle…

Kendi kaygılarımızı kendi içimizde sıkıntıyla bastırmaktan, yok saymaktan ve kendi benliğimizdeki savaşın sorumluluğunu dışarıya yansıtıp ötekini suçlamaktan vaz geçmek.

Yani…

Doğrudan ve cesaretle asıl kendimize bakmak ve sorunun kendi içimizdeki kaynağına inmek gerekir.

Yani…

Öncelikle bu toplumsal paranoyayı üreten uygarlığın kendisini cesaretle düşünmek ve sorgulamak gerekir.

Yani…

Özgüveni ve özsaygıyı arttırmak, iç görüyü ve eleştirel düşünceyi geliştirmekten başlamak.

Öncelikle kendine saygı duyarak, öncelikle kendini severek, öncelikle kendine güvenerek, bu mağduriyet duygusu ve nefret şiddeti arasında sıkışmış şizofren söylemler ve paranoyak korkular üreten bir uygarlığın kendisine içkin radikal bir eleştiriden başlamaktır.

Yani…

Özgürce düşünmek ve insanın kendini sınırlayıcı, hapsedici hiyerarşik olgusal aidiyetlerinden çıkmaya, farklı olan ile eşit bir şekilde ortak-insanlıkta buluşmaya izin veren, paradoksal özdeşleşmelerin gerçekleştirmesine olanak tanımak.

Bu temel, demokrasiyi sadece birkaç yılda bir seçim sandığına indirgeyen despot iktidarların yarattığı “millet iradesi” illüzyonundan farklı bir tablo oluşturmaktadır.

Ve…

Bütün bunların anlamı odur ki…

Demokrasi, seçimde sandık içine atılan oyların, seçimden sanra toplumun kendi üzerinde sallanan bir Demokles’in kılıcı gibi mutlak ve otoriter bir “Millet iradesi”ne dönüşme totolojisi değildir.

Tersine…

Demokrasi:

Bütün bu saydığımız potansiyel-apriori bileşenlerin belli durumlarda aktüalize edilerek oluşturulduğu reel ortak–alanlarda eşitlik ve özgürlük prensibiyle farklılıkların çatışmalı-argümanlı fikirsel karşılaşma sahnelerinin yaratılabilmesi, yani evrensel politik öznelliklerin ve ortak-insanlıkların oluşturulabilmesidir.

Çünkü…

Politika, öncelikle farklı dünyaların karşılaşmasıdır.

Demokrasi de, bu çatışmalı-karşılaşmaların eşit ve özgür bir sahnede gerçekleşebilmesi ve tüm farklılıklara rağmen bir ortak-insanlık öznelliğinin yaratılabilmesidir

O halde…

Bu çerçevede…

HDP, bu çılgın topraklardaki insanlara etnik-dini aidiyetler savaşından ve ihale oligarşisinin betonarme toplum projelerinden farklı bir yaşam modeli sunacaksa, tüm farklılıkların eşit ve özgür olarak birbiriyle çatışmalı-argümanlı karşılaşmasına ve bir arada yaşamasına izin veren sahnelerde ortak-insanlıklar yaratmaya ve herkese açık olan evrensel politik öznellikler oluşturmaya olanak sağlayan bir demokratik platform olmalıdır.

Bu da demektir ki…

HDP’nin acilen yapması gereken şey; seçim anketleri, oy oranları hesapları, barajı aşma saplantısı, aday seçimleri denklemi ve niceliksel ittifaklar beklentisiyle tüm ülkeyi muhafazakâr çoğunluğun, etnik aidiyetlerin, dini hassasiyetlerin olgusallığına hapsederek, politikayı seçim sandığının sosyolojisine kilitleyen tuzaktan kurtulmalıdır.

Zaten seçim barajı ve temsili parlamenter sistem, bu sosyolojik-etnik olgusallık üzerinde işlemektedir. Bu sistem, prensip olarak bu oyunu oynayanlar, yani sosyal, etnik, dini ve mezhepsel aidiyetlerin üzerinden oy alarak iktidar olan ve bir şirket gibi ülke yöneten partiler için geçerlidir.

Oysa…

Politika, tüm sosyolojik-etnik-dini aidiyetlerin üzerinde, tüm olgusal farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilen bir toplum öznelliği yaratma projesidir.

Yani…

Politika; olgusal farklılıkları reddetmeden, ama bu farklılıklara rağmen, bir kolektif düşünce ve ortak yaşam yaratma fikridir.

Bu nedenle…

Adilane bir ortak-insanlık ve evrensel bir politik öznellik üzerinde kurulan demokratik bir toplum modeli düşüncesinin gücü önünde; hiçbir seçim barajı, hiçbir sosyolojik aidiyet engeli, hiçbir seçim sandığı denklemi duramaz.

Çünkü…

Bu öznel-fikirsel güç; olgusal-sosyolojik gerçekliğin bölünmüşlüğü, oy oranlarının realitesi ve aidiyet sınırlarının üzerindeki bir hakikat olarak, tüm toplumu topyekûn kucaklar.

Bu da…

Tüm farklılıklara rağmen, bu ülkenin eşit ve özgür insanları olarak hep birlikte ne tür bir toplum istiyoruz?

Tüm farklılıklara rağmen, hepimiz eşit ve özgür bireyler olarak ne tür bir toplumsal sözleşme gerçekleştirebiliriz?

Barışı ve adaleti sağlayacak ne tür bir Politeia (anayasa) yazmalıyız? sorularıyla tüm topluma yüzümüzü dönerek, tüm topluma hitap eden evrensel bir seslenişi gerçekleştirerek yapılır. Bu da, bu topraklardaki tüm etnik, dini, mezhepsel farklılıkların üzerinde bir arada yaşamaya olanak tanıyan adilane bir ortak-insanlık fikri ve evrensel bir politik öznellik modeli yaratılarak gerçekleştirilir.

Bu da demektir ki…

HDP, aşmak istediği seçim barajının, değiştirmek istediği anayasanın ve seçim sisteminin sınırları içinde hapsolup, oy oranlarının sosyolojik gerçekliği içinde boğuşarak, ittifakların ve aday seçimlerinin oy aritmetiği içinde enerjisini tüketmek yerine; sadece zihinsel bir özgürleşmeyle öznel bir ihtilal yaparak, kendini sınırlayan bu seçim sandığı illüzyonun içinden çıkmalıdır.

Yani…

Düşünsel ufkunu iktidar partisine muhalefete endeksleyerek, ona laf sokup zayıflatıp, hedefini barajı geçmeyle sınırlı tutup, bu çerçevede seçim ittifakları arayışı içinde aday denklemleri ve oy hesabı yaparak kendini seçim sandığının sosyolojisine kapatıp, kilitlemek yerine…

HDP, başını kaldırıp, Kürt halkıyla beraber yüzünü bu ülkenin tüm insanlarına dönüp bu toprakların ihtiyacı olan demokratik bir toplum modelinin birlikte inşası için doğrudan tüm Türkiye halklarına seslenmelidir.

Yani…

İktidar partisi ve yöneticileriyle karşılıklı negatif (yadsıyıcı) atışmalarla barajı geçmeye izin verecek birkaç puanlık oy polemiği yapmak yerine…

Doğrudan bu toprakların tüm insanlarına dönerek, bir demokratik toplum modeli fikrini, bu ülkenin insanlarıyla gerçekleştirmek için yapıcı-yaratıcı bir söylemle tartışmalıdır.

Yani…

Halkın ülkenin ortak kaderi ile ilgili söz söyleme hakkını gasp eden temsili parlamenter sistemin oligarşik ve hiyerarşik yapısı içindeki klasik bir muhalefet partisi gibi iktidar partisinden oy ve rol çalan iktidarı yasdıyıcı (negatif) ve iktidarı eleştiriye yedeklenmiş bir seçim kampanyası yürütmek yerine…

Tersine…

Her insanın, sadece herhangi bir insan olarak toplumun ortak kaderine katılması ve doğrudan yepyeni demokratik bir ülkenin inşası için yüzünü tüm Türkiye’ye özgüven ile dönerek yapıcı-yaratıcı-olumlayıcı bir uslup ile kendi kurucu fikirlerini anlatmalıdır.

Yani…

HDP, Türkiye’ye, Orta-Doğuya ve tüm insanlığa yüzünü dönerek, evrensel bir sesleniş olarak, afirmatif (olumlayıcı) bir şekilde fikir ve prensipler üzerinden şimdiden bu çılgın toprakların ihtiyacı olan ve hep birlikte tüm etnik-dini aidiyetler üzerinde gerçekleştirmek istediğimiz eşit ve özgür bireylerden oluşan bir toplumu konuşmalıdır.

Yani…

HDP, bu çılgın topraklarda yazmak istediğimiz demokratik anayasayı, hep birlikte gerçekleştirmek istediğimiz barışı, tüm çocuklarımız için söz verdiğimiz adaleti, bu  tüm bireylerin mutluluk ve huzur içinde yaşayacağı adilane bir ortak-insanlık öznelliğini, bir evrensel sesleniş olarak, tüm ülkeye ve tüm insanlığa seslenerek yapıcı-kurucu bir söylemle ifade etmelidir.

Ama…

Bu yaratıcı-yapıcı kapasiteyi önce kendi öz gücünde ve kendi düşüncesinde hissetmeli; yerellikten gelerek evrenselliğe yelken açan politik fikirlerini ve mücadele pratiğini ülkenin ortak kaderiyle birlikte örererek, tüm farklılıklara rağmen, bu ülkenin tüm halklarıyla hep birlikte yeni bir demokratik toplum kurulabileceğine öncelikle kendisi inanmalıdır.

Çünkü…

HDP, günümüzde, bu oligarşik ve hiyerarşik parlamenter temsili sistem içinde ve bu kutuplaşmış sosyolojik gerçeklikte, yerel-etnik bir mücadele dinamiğinden gelerek, bunu, tüm halklara evrensel bir özgürlük-eşitlik seslenişine dönüştürerek, tüm ülkeye hitap edebilecek düşüncesi ve pratiği ile demokratik bir platforma dönüştürebilecek reel  potansiyele sahip olan bir partidir.

Altını çizmek gerekir ki…

Gelecek vaat eden bu düşünsel gücü ve ülkenin ihtiyacı olan adalet ve barış üzerinde kurulacak eşitlikçi-özgürlükçü bir demokratik toplum modelini gerçekleştirebilecek halkların bu ortak platformunun kurucu fikrinin reel potansiyelini yeryüzünde engelleyecek hiçbir “baraj” yoktur.

Tüm sosyolojik olguların ve reel aidiyetlerin üzerinde gerçekleşebilecek bu demokratik platformu, ne herhangi bir seçim anketi öngörebilir, ne de yeryüzünün herhangi bir seçim barajı bu eşitlikçi-özgürlükçü politikanın düşünce gücünün kitlesel akışının önünde durabilir.

Tabii ki…

Öncelikle HDP’nin ve Türkiye halklarının kendisinin, parlamenter temsili sistemin oligarşik yapısı ve hiyerarşik işleyişi yerine, halkın doğrudan söz söyleyebildiği bu eşitlikçi-özgürleştirici politikanın ve çokluk içeren demokratik bir toplumun bu kurucu fikirsel-kolektif gücüne inanması gerekir.

Çünkü politika, seçim sandığından çıkacak oy hesaplarıyla değil, fikir ve prensiplerle herkese açık kolektif öznellikler yaratılarak yapılır.

18.03.2015

seçimler
seçimler