The Outlaw Josey Wales, Adalet ve Politika
Abraham Polanski Uzak Batı’da bir mit vardır, der. Bu mit, Amerikalılar için yitirilmiş bir cennettin yeniden bulunmasıdır, Kızılderililer içinse bir soykırım ve bir yağmadır. Bir Amerikalı, bu bulunan cennetin aslında Kızılderililerin katliamından başka bir şey olmadığını kabul eder etmez, bu mit yok olur. Uzak Batı, tüm gerçekliğiyle görünmeye başlar. Bu gerçeklik, gördüğü her şeye sahiplenenler tarafından bir ülkenin yağmalanmasıdır. Hem de, ülkenin kendi yerli halkına yaşam hakkı dahi bırakmayacak bir talan ve ele geçirmedir bu.*
The Outlaw Josey Wales, Abraham Polanski’nin çarpıcı saptamasını sinemasal manifestoya dönüştüren bir filmidir.
The Outlaw Josey Wales, Uzak Batı’nın (İç Savaş, Kızılderili Sorunu, vs. gibi) tüm dramatik temalarını tek tek ziyaret ederek adil bir toplumsal öznellik olasılığının ve herkese açık evrensel bir uygarlık fikrinin sinematografik destanıdır.
Bu çerçevede öncelikle filmin yaptığı saptama, Kuzey Amerikalı Beyaz adamın muzaffer tiplemesine karşı acımasız bir yalınlık taşır:
Vahşi Batı’nın fethi efsanesi, aslında bir yıkım, yağma ve harabeden ibarettir.
Bu orijin mitos, üzerinde bir ulus-uygarlığın kurulabileceği herhangi bir değer taşımamaktadır artık.
Hiçbir ulusal kimlik olgusu, hiçbir toplumsal öznellik seçeneği, hiçbir kader birliği duygusu ve uygarlık fikri bu yağmanın ve harabenin üzerinde kurgulanamaz.
Çünkü…
Bu filmdeki Kuzey Amerika’nın kahraman ordusu, teslim olan Güneyli askerleri dahi kalleşçe kurşuna dizecek kadar ilkesiz ve intikamcıdır.
Kuzey Amerikan ordusuyla çalışan Güneyli işbirlikçilerse, tecavüzcü, yağmacı, soyguncu, para delisi kelle avcılarından farksızdır: Kadınları ve çocukları dahi acımasızca öldürürler.
Uzak Batı’nın sembolik karakterleri ve kahramanları da askerlerden hiç aşağı kalmamaktadır: Sarhoş kovboylar, Kızılderili kadınlara kaygısızca tecavüz ederler.
Soyguncu haydut çeteleri, sivil konvoylara saldırıp yaşlıları öldürecek, genç kadınları da satmak için yaşamda bırakacak kadar alçaktır.
Film bu dramatik durum içinde şu saptamayı yapmaktadır: Efsanevi Uzak Batı, aslında bir katliamcılar, soyguncular, tecavüzcüler ve yağmacılar diyarıdır.
Bu topraklardaki adaletsizliğin, ilkesizliğin, intikamcılığın üzerinde hiçbir adil toplum öznelliği yaratılamaz.
Bu soygunların, tecavüzlerin, katliamların, yağmaların yıkıntısı üzerinde hiçbir uygarlık fikri yaşatılamaz…
The Outlaw Josey Wales filminin yaptığı bu çarpıcı saptama, Alexis de Tocqueville’in, Amerikan Demokrasisi Üzerine I-II (1835–40) adlı kitaplarında, Amerikan ulusunu oluşturan farklı elemanları hayranlık ve övgüyle çizdiği örnek tabloya hiç benzemez.
Zira…
Vietnam Savaşı’nın trajik gerçekliği, Vahşi Batı’ya kadar uzanmış, western filmlerinin dramatik durumunu oluşturan Vahşi Batı’nın fethi üzerinde kurulan Amerikan ulus-uygarlık efsanesinin “kurgusal gerçeklik” illüzyonu bozmuştur.
Artık western filmlerinin kendisi bile, Uzak Batı’nın vahşi doğasında, özgürlük, eşitlik, adalet, kararlılık ve girişimcilik üzerinde doğan Amerikan ulus-uygarlığının bu kurucu efsanesine olan inancını yitirmiştir.
Filmin kahramanı Josey Wales (Clint Easwood), Amerika’nın politik kurucularından ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarı olan Thomas Jefferson’un ideal bir Amerikan vatandaşı olarak tanımladığı çalışkan çiftçilerden birisidir. Missouri’de eşi ve çocuklarıyla birlikte, şehir uygarlığından uzakta, bir Henry D. Thoreau tarzında, bir tür Amerikalı Rousseau olarak, doğayla iç içe mutlu bir yaşam sürmektedir. Ama sadece bir Güneyli, bir Missouri’li olduğu için, Kuzey Ordusunun işbirlikçileri tarafından bütün ailesi katledilir. Karısı (tecavüz edilerek) ve oğlu gözlerinin önünde öldürülür; çiftliği yakılarak yerle bir edilir.
Missouri, 1821 yılında Kuzeyli Birleşik Devletler’e (Union) katılmış olmasına rağmen, Güneyli Devletler (Confederation) gibi köleci bir devlettir. Oysa köleciliğin kaldırılması sorunu, Kuzey/Güney arasındaki İç Savaşın (The Civil War, 1861–64) başlıca nedenlerinden birisidir. Bu uzlaşmaz karşıtlık, filmdeki olayların gelişimini belirleyen temel dramatik durumdur.
Bu durumda, korunmasız çiftliklere saldıranlar, genel olarak western filmlerinde beklenildiği gibi, Kızılderililer değil; tersine, Amerikan Ordusunun işbirlikçileri Güneyli sivil milislerdir. Josey Wales, filmin açılış sekansında, hızlı ve çarpıcı bir montajla sahnelenen bir trajik katliam sonucu, yaşamda sahip olduğu her şeyini kaybeder. Saldırıdan yaralı olarak kurtulan Josey Wales, acılar içinde ve intikam hırsıyla atış talimleri yaptıktan sonra, adaleti kendi elleriyle gerçekleştirmek amacıyla birçok Güneyli gibi isyancı, yasadışı (outlaw) bir yaşam seçer.
Josey Wales, peşinde takipte olan Kuzey Ordusu, işbirlikçileri ve prim avcıları varken, Missouri’den Meksika’ya doğru, Vahşi Batı’yı boydan boya geçer. Kurgusal evrende birkaç yıl süren bu uzun yolculukta, Josey Wales, western filmlerinin tüm mekânlarını (yalçın kayalıklar, çöller, vahalar, nehirler, ormanlar, çiftlikler, mantar şehirler, vs.) tek tek dolaşmakla kalmaz. Aynı zamanda, intikam hırsı ve adalet düşüncesiyle devinen bu yalnız kovboy, western türünün bütün dramatik durumlarını da (İç Savaş, suç/adalet ikilemi, Kızılderili Savaşları, intikam, düello…) tek tek ziyaret eder.
Ama bu süreç, yoğun eylem anlarının sakin yolculuk ve sohbet sahneleriyle yer değiştirdiği, klasik bir maddi güzergâh (itinery) değildir. Josey Wales, acılı, isyancı bir eş ve baba olarak, aslında bir içsel yolculuk yapmaktadır; yaşadığı olayların deviniminde ve her biri bir fikri ifade eden karşılaştığı sine-karakterle olan etkileşiminde, öznel bir dönüşüm gerçekleştirmektedir. Eşinin ve çocuğunun katillerini bulmak için Vahşi Batı’da, kararlılıkla yoluna devam ederken, attığını vuran bu keskin nişancı kovboy, aynı zamanda kör bir intikam hırsından öz-saygıya, buradan da başkalarıyla dayanışma tutumuna doğru radikal bir değişim yaşamaktadır. Öyle ki, Josey Wales, bu yolculuğunda karşılaştığı kişiliklerle, seçilmiş bir yol arkadaşlığı, dayanışmacı bir yaşam oluşturarak, farklı bir kolektif ilişki, farklı bir toplum öznelliği, kader birliği ve uygarlık fikri deneyimi yaratacaktır.
Ancak bu farklı deneyim, John Wayne’nin The Big Trail (Raoul Walsh, 1930) filminde “We are bulding a nation” (“Biz bir ulus kuruyoruz”) dediği anlamda, western filmlerindeki alışılmış efsanevi bir ulus-uygarlık önerisi değildir.
Bu topluluk, Walter Benjamin’in vurguladığı anlamda, tarihin yenilmiş figürlerinden oluşan trajik bir ulus-uygarlık düşüncesi de değildir.
The Outlaw Josey Wales filminin önerdiği, katliam, soygun ve talanın dışında; dayanışma, sevgi ve dostluk duygularıyla özgürce seçilen bir ortak-yaşam, eşit bir adil toplum fikri ve bir kader birliği duygusu etrafında yaratılan bir politik öznelliktir.
Topraklarını ve halkını yitirmiş asi bir Kızılderili şefinden; haydutların tecavüzünden kurtulmuş genç bir Beyaz kadından; kocası yağmacılar tarafından öldürülen yaşlı, dindar bir göçmen kadından; köle gibi çalıştırılmaktan ve sarhoş kovboyların tecavüzlerinden kurtulan genç bir Kızılderili hizmetçi kadından; iyi kalpli iki fahişeden (saloon girl), Vahşi Batı’nın tüm deneyimlerine tanık olmuş bir solonun barmeni ve yaşlı kovboylardan… oluşan, her türlü haksızlıklara uğramışların alışılmadık bir dayanışma ile kader birliğini gerçekleştirdiği, yemeğini ve zamanını paylaştığı hem acılı, hem de neşeli danslı, müzikli bir ortak-yaşamdır bu.
Yani…
Tüm apoletsizlere ve paysızlara açık olan adil, eşit ve özgür bir demokratik toplum fikridir yaratılan…
Bu yolculuk sırasında her birey başkalarıyla gerçekleştirdiği karşılaşmayla ve yaşadığı deneyimle hem kendi kendisini daha iyi tanıyarak, hem de kendi kişiselliğinden, kendi doğal aidiyetinden, kendi özdeksel kimliğinden çıkıp, kendi kendini aşarak bir kolektif serüven, bir kader birliği ve bir ortak yaşam öznelliği içinde yer alır.
Bu dayanışmacı kolektif öznelliğin üzerinde yükseldiği prensip şudur:
Vahşi Batı’daki her türlü çürümüşlüğe rağmen, politik bir tutum olarak haksızlığa hayır demek ve suçluları cezalandırarak adaleti sağlamak için bir araya gelmek …
The Outlaw Josey Wales filminin önerdiği bu farklı bir “özne-oluş” ve ortak-yaşam deneyimi, Deleuze’ün vurguladığı gibi, sinemanın kendi özgün sanatsal niteliği aracılığıyla, yani sinematografik operasyonlarla yaratarak öne sürdüğü bir başka toplumsal öznellik ve uygarlık fikridir.
Çünkü…
Sinema, politik fikirlerin illüstrasyonundan (görüntülenmesinden) çok, bir sanat olarak, kendisi estetik bir politika yapar. Film, kendi kurgusal evreninde gerçekleştirdiği sinema-fikirlerle, Vahşi Batı’nın fethi üzerinde doğan muzaffer Amerikan ulusu imajı dışında, haksızlıklara başkaldıran, adil bir kolektif öznellik, dayanışmacı bir kader birliği duygusu, eşit ve özgür bir toplum fikri yaratır.
Bu anlamda, The Outlaw Josey Wales filminin seyirciye sunduğu temel sine-fikri şudur:
Aynılığını inatla sürdüren bir dünyanın içkin olgusal düzleminde, her şeye rağmen, düşünülen ayrıksı dünyaları yapılandırma yaratıcılığını ve kararlılığını gösterebilmek her zaman mümkündür.
The Outlaw Josey Wales filminin politikası budur: Haksızlığa hayır demek ve suçluları cezalandırıldığı adalet fikri üzerinde herkese açık eşit, özgür ve adil bir evrensel uygarlık öznelliği kurgulamak.
Clint Estwood’un Pale Rider (1985) adlı western filminde olduğu gibi, film bir fantastik film türene dönüşüyormuş gibi gözükse de, bu etik ve adalet prensibi değişmez. Pale Rider, temel dramatik durum ve coşkulu-epik duygusu acısından yine bir western filmidir. Filmin gizemli kahramanı (Clint Estwood), sırtından kalleşçe vurularak öldürülen yalnız bir silahşörun, western’in etiği ve adaleti adına bu haksızlıklar ve talan dünyasına yeniden geri gelen bir hayaletidir. Vahşi Batı’da, zengin bir toprak sahibinin hukuksuzluklarına, yolsuzluklarına ve tiranlığına adalet isteyerek umutsuzca direnen bağımsız madenciler toplumuyla dayanışmak için mucizevî bir şekilde ortaya çıkar. Kahraman, filmin “gerçeğe-uygun” olan kurgusal dünyasında, “gerçek-dışı” olanın fiziksel-olgusal varlığıdır. Yani o, western türünün etiği gereği, filmsel evrenin haksız-hukuksuz ve despot içkinliğinde, aşkın olan adalet duygusunun “maddi” bir biçimde mevcuda gelişidir. Bir western filminde, kötüler ve suçlular cezalandırılmalıdır ilkesine sadık kalarak, soyguncular ve zorbalar dünyasını ziyaret eden bir adalet fikridir.
Çünkü Clint Estwood, Vietnam Savaşı’nın ardından “Uzak Batı efsanesinde bir toplum ya da uygarlık yaratacak hiçbir şey kalmamıştır artık” şeklinde bir saptama yapmasına rağmen; yine de, Vahşi Batı’nın çürüyen dünyasında, insanlığa evrensel bir sesleniş olarak, western etiğinin ve adaletinin icrasının mümkün olduğunu gösterir.
Yani…
Koşullar ne olursa olsun, haksızlığa hayır demek ve suçluların cezalandırılarak adaletin sağlanması fikriyle bir politik öznellik ve herkese açık bir ortak-yaşam kurgulamak her zaman mümkündür…
*Western ve Amerika, Bir Ulus-uygarlık Kurgusu,Versus Kitap, 2008, s. 34.