Devlet mi, Demokrasi mi? Aidiyet mi, Adalet mi?

Küreselleşme çağında aidiyet ne anlama gelmektedir?

Günümüzde bir ulusa, bir topluma ait olmak ne demektir?

Küreselleşme, temelde iki farklı sürecin iç içe sahneye çıkmasıdır.

Küreselleşme, ulusal ekonomilerin artan oranda dünya pazarına daha sıkı bir şekilde eklemlenmesi ve ulus-devletlerin iktidarlarının giderek sınırlanmasıdır.

Küreselleşme öncesi aidiyet biçiminin temeli nedir?

Bireyin ulusal ve toplumsal aidiyetinin devletle olan ilişkisiyle oluşmasıdır. Bireyin, ulus-devlete indeksli olarak vatandaşlığının belirlenmesidir.

Küreselleşmenin bu konuda yarattığı sorun nedir?

Küreselleşme bireyin ulus-devletle olan ilişkisini zayıflattığından, anonim bireylerin farklı ait olma biçimlerine yönelmesine, farklı “cemaatleşme” şemalarının ön plana çıkmasına yol açmasıdır.

Küreselleşmenin yol açtığı bu “kaygılı durum” karşısında bireyin ait olma ihtiyacına çözüm nedir?

Temelde birbirine karşıt iki yanıt verilmektedir günümüzde.

Bir yanda daha çok Anglo-Sakson dünyada, İngiltere’de, özellikle de Amerika’da öne çıkan şekliyle ve sözcüğün “kurucu” anlamıyla  “Kültür” (Bildung), denmektedir.

Diğer yandan ise daha çok Kıta Avrupa’sında öne çıkan Fransa modelinin “evrensellik” içeren özelliğiyle “Cumhuriyet” (République), denmektedir.

Amerika’da, Kantçı tarzda, devlet mekanizması dışında tarih, dil, gelenekler, din, mezhep, çerçevesinde bir ilişkiler sistemi kurmak anlamındaki “kültürel aidiyet” küreselleşme çağında devlet ekseninden uzaklaşan bireyin ait olma kaygısına bir çare olarak görülmektedir. Küreselleşme ve metaların anonim dolaşımı karşısında “kültürel aidiyetin” (kurucu ve yapılandırıcı bir ilişkiler ağı olarak) bireye, tarih, dil, gelenekler ve inançlar sistemi içinde yeniden bir birlikte-olma duygusu verdiği, yani ortak duygu-eylem ve amaçlılık perspektifi kazandırdığı savunulmaktadır. Bu çerçevede arkaik tarihi-orijin köklere (yıkılmış imparatorluklara) yeniden geri dönmekten dini cemaatlere, günümüz teknolojisinin sunduğu fütürist-sanal topluluklara dek uzanan farklı ilişkiler sistemi, küreselleşme çağındaki kolektif varoluşun ve “vatandaşlık” yaşamının toplumsal ifadesi olduğu değerlendirilmektedir.

Fransa Cumhuriyet’i örneğiyle yanıt verenler ise, bir “kültürel aidiyet”in yerelliğini ve göreceliliğini Cumhuriyet’in “evrenselliği” argümanıyla reddetmektedir. Ortak eylem iradesinin ve kader birliği duygusunun, asıl Cumhuriyet’in her türlü özdeksel kimliğe ve olgusal farklılığa tarafsız duran genel “kucaklayıcı” konumuna bağlıdır, denmektedir.

Türkiye yerelinde, aynı anda temelde bu iki karşıt konum da, etkin olarak mevcut ve ağırlıklı bir biçimde siyasi partilerin ideolojisini, sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini belirlemektedir.

İktidar partisi ve belli cemaatler, Amerika’da öne çıkan devlet mekanizmasına indeksli olmayan bir “kültürel aidiyet” diyen tutumla ortak paydada buluşmaktadırlar. (İçinde Milli Görüş ya da din ve milliyetçilik sentezli bir farklı ulusalcılık olan Türk-İslam sentezli bir “kültür” söylemiyle tüm dünyaya yüzünü dönmek yerine, çelişkili olarak daha çok ulus-devlet endeksli bir Türk milliyetçiliğine sarılıp sadece Sünni İslam dünyasına hapsolma çelişkisi söz konusu olsa da!)

CHP ve Ulusalcılar gibi milli kimlikler üzerinden aidiyet duygusu oluşturan cephe, Fransa örneği gibi devlete ve ulusa endeksli bir Cumhuriyet aidiyetinin vatandaşlığı belirlendiğini savunan ortak paydada buluşuyorlar. (İçinde “evrensel” Fransa Cumhuriyeti’ne ve Avrupa Birliği’ne karşı “Tam Bağımsızlık” söylemiyle aslında kendi etnik kimliğinin içine kapanan çelişkili bir yerel duruşu inatla sergileseler de!)

Ancak burada parti konumları ve partilerin oy stratejilerinden öte sorunu temelden ele almak gerekmektedir.

Şu soru sorulmalıdır:

İki karşıt yanıtta da bireyin ortak eylem ve ortak yaşam kapasitesini olanaklı kıldığı düşünülen öge nedir?

Yani…

Özde bu iki karşıt taraf için de, bireyin ortak yaşam arzusunu, kader birliği duygusunu ve kolektif eylem iradesini olanaklı kıldığı varsayılan nedir?

Yanıt: iki tarafta da aynı şeydir.

Ait olmak!

Yani…

Bir durumun özgür bir öznesi olmak yerine, bir yere ya da bir şeye ait olmak, bir “aynılık” statüsüne sahip olmaktır.

Her iki tarafta da bu, “ait olmak” durumu, kendi kendiyle özdeşlik ve aynılık içeren bir özdeksellik, yani bir kimlik (identity) sahibi olmaktır.

Yani…

İki tarafta da salt kendi kendini tekrar eden bir narsist özdeksellik, kendi kendisiyle özdeş bir aynılık içinde olma aidiyetliğidir.

Bu nedenle…

Kültürcülerin ve Cumhuriyetçilerin aralarında temelde bir fark yoktur.

Çünkü…

Her iki tarafta da, bir “aynılar cemaatine” ait olma kimliğinden ve statüsünden bir ortak davranış, bir ortak yaşam, bir ortak amaçlılık ve kader birliği yaratma kapasitesi çıktığı varsayılmaktadır.

Oysa…

Bir demokraside prensip olarak her eşit ve özgür yurttaşın fikri, isteği, kararı ve oyu her türlü lokal kimliğinden ve aidiyet statüsünden bağımsız olarak değerlendirilmeli ve tek tek sayılmalıdır.

Sadece özgür ve eşit bir yurttaşın seçimi, sadece herhangi bir öznenin kendi iradi tercihi olarak…

Antik Yunan’da ortaya çıkan bu demokratik prensip, ne yeryüzündeki yöneticiler aristokrasisin vaaz ettiği gibi, hiçbir sınır ve kural tanımayan egoist bireyin arzularının kaosudur.

Ne de kendine kurtarıcı misyonu biçen öncülerin savladığı gibi, egemen sınıfların iktidarını halktan gizileyen içi boş bir biçimseliktir.

Tam tersine…

Bu demokratik prensip, politikanın, tüm egemenlik ilişkilerinin dışında eşit ve özgür yurttaşların ortak davranışını belirleyen özgün bir alan olarak, yaratıcı bir düşünce ve  özgürleştirici-birleştirici kolektif bir pratik olmasını sağlayan temeldir.

Yani…

Bir yurttaşın, herhangi bir insan olarak, aynı anda sosyolojik olarak hiçbir şey, politik olarak herşey olabilmesinin demokratik zemidir.

Çünkü…

Bir demokraside prensip olarak, kader birliği, ortak yaşam arzusu ve kolektif eylem kapasitesi; benzer olanların bir araya gelmesiyle oluşturulan narsist bir aynılar aidiyetinden, yani benzer sosyal-etnik-ulusal-dinsel kimliklerin oluşturduğu özdeşler cemaatinden doğmaz.

Tam tersine…

Demokratik kader birliği ve ortak-davranış kapasitesi; kendini eşit ve özgür gören yurttaşların, tüm reel farklılıklara rağmen, hiçbir özdeksel-kimliksel aidiyet ve aynılık şartı taşımayan, yani herkese açık evrensel bir çağrıyla bir araya gelip, kimlikler-aidiyetler ötesi ortak-özneleşmeler yaratabilmesinden doğar.

Platon’un demos’u, Blanqui’nin proletarya’sı gibi:

Hiç kimseyiz, bu nedenle herkesiz!

Gerçekte hepimiz bir kimse olsak da…

Bu ortak insanlık duygusu, bu ortak-yaşam deneyimi, bu kolektif eylem kapasitesi, bir haksızlık karşısında, bir demokratik sesleniş çerçevesinde her türlü lokal-özdeksel kimliğinden özgürleşen evrensel politik öznellikler oluşturabilmekten kaynaklanır.

Evrensel politik ortak-öznellik ise; her türlü reel-olgusal-özdeksel ait olma durumlarının dışına çıkan; yerel bir adaletsizliği, bir kabul edilmezlik durumu olarak içselleştirerek, bu haksızlıkları evrensel boyuta taşıyacak, gerçekte mümkün olmayan paradoksal özdeşleşmelerle oluşturulan kolektif söylemlerde ve davranışlarda yaratılmaktadır.

Haksız bir ölüm karşısında;

“Hepimiz Hrant Dink’iz”, diyebilmek gibi.

Gerçekte hiç birimiz Hrant Dink değilken…

Uğranan adaletsizlik ve hukuksuzluk karşısında;

Hrant’ı ortak-insanlığımızda, ortak-vicdanımızda hissetmek gibi.

Kişisel aidiyetimiz, kimliğimiz ne olursa olsun;

Tüm Türkiyeli yurttaşlar ve tüm insanlık adına adaleti evrensel olarak istemek gibi…

Çünkü…

Etnik kimlikler gibi, belli aidiyetleri kendimiz seçemeyebiliriz…

Ama…

Bu tarz paradoksal özdeşleşmeler ve özneleşmeler oluşturabilmek, her türlü statünün ve ait olunan özdeksel kimliklerin dışında, herkesin sahip olduğu evrensel bir insani kapasitedir.

İşte…

Her insanın, sadece hergangi biri olarak sahip olduğu bu ortak-öznel kapasite, eşitlikçi-özgürlükçü politikanın, yani demokrasinin temelidir.

Yoksa…

Geriye kalan vücutlar üzerine kazınan “çıplak kimlikler” ve bunların birbiriyle sonsuz savaşıdır.

Bu anlamda…

Eğer bir yurttaş olmanın insani kapasitelerini yaşama geçiren evrensel bir ortak-politik öznellik oluşturulacaksa…

Bu ulus-devletçi, milliyetçi, ırkçı kimliksel aidiyetlerin oluşturduğu bir “aynılar cemati” ile bir başka dinsel-kültürel-mezhepsel aidiyetin oluşturduğu “aynılar cemaati” arasındaki kimliksel iktidar savaşları şeklinde olmamalıdır…

Tam tersine…

Bu, bir yandan…

Oy çoğunluğunu bir tür sivil vesayete dönüştürerek her yurttaşın hakkı olan toplum adına fikir belirtme, karar verme ve ortak davranma kapasitesini ipotek altına alan bir iktidar mekanizmasına karşı herkes için özgürlük, eşitlik ve demokrasi çağrılarıyla bir araya gelmek olmalıdır.

Diğer yanda da…

Bir demokraside darbelere ve faili meçhullere izin verilemez; çocukların, gençlerin bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşta ve hukuksuz bir polis şiddetinde ölmeleri kabul edilemez, diyen, “barış ve adalet” talebi ile bir araya gelmek olmalıdır.

İnsanlığı bölen-parçalayan, aidiyetlerin, statülerin, ayrıcalıkların, hiyerarşilerin emir komuta zinciri oluşturan, ötekileştiren kimlikçi söylemleri ve eylemleri öne çıkararak değil.

Çünkü…

Demokratik ortak-yaşam ve kader birliği; düşüncede yaktığı kıvılcım, duyarlılıkta yarattığı duyumsamayla tüm statüleri ve kimlikleri özgürleşmeye davet eden, zekâları ve duyarlılıkları birbirleriyle özgür ve eşit bir şekilde karşılaşmaya çağıran, her türlü olgusal aidiyetin üzerinde bir ortak-insanlık, bir adilâne-yurttaşlık yaratabilen evrensel bir politik öznelliğin sonucudur.

Bu nedenle…

Bir yanda…

Kültürel kimliklerin ve tikel aidiyetlerin ötekileştirici lokal farklılıklarına hapsolup kalmadan.

Diger yanda…

Cumhuriyetçi “evrenselliğin” anonimliğinde yitip kaybolmadan.

Fakat…

Her daim bir durumun öznesi olarak yerel haksızlıkları evrensel boyutlara taşıyabilen paradoksal bir özdeşleşmeyle kimliklerden özgürleşen bir demokratik özne-oluş süreci yaratarak gerçekleştirilebilmektedir toplumsal reel ortak-davranışlar.

Yani…

Kamusal alanda daha fazla devlet, cumhuriyet, milliyet, din, mezhep, gelenek, imparatorluk diyerek, öznellikleri aidiyetlerin tektipleştirici narsist aynılıkları içersine hapsederek değil…

Popülizim sosuna batırılmış her türlü kimlik ve ait olma ideolojileriyle toplumu bölüp parçalayarak kendilerini saplantılı bir otoriterlikle tekrarlayan iktidarlar ve  aynılar cemaatleri yaratarak değil…

Tam tersine…

Kimliğimiz ve aidiyetimiz ne olursa olsun, her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında hep birlikte ve herkes için “adalet”, dendiğinde, bir arada yaşayan bireylerde reel bir ortak-insanlık duygusu, eşit ve özgür yurttaşların kader birliği oluşturulabilir.

Herkes adına eşitlik, özgürlük, barış ve demokrasi için bir araya gelindiğinde, bir demokratik ortak-yaşam fikrinin ve bir ortak-insanlık duygusunun birleştirici, evrensel politik öznelliği yaratılabilir.

Yani…

Herkesin eşit ve özgürce, kendi iradesiyle katılabileceği evrensel bir seslenişle demokratik bir yurttaşlık-öznelliği yaratılabildiğinde ancak…

İşte bu berkese açık, çoğulcu, adil, eşit, özgür bir ortak-insanlık fikri ve kolektif demokratik-öznellik paydasında bir araya gelinebildiğinde, ancak o zaman reel bir ortak davranış kapasitesi ortaya çıkabilir ve hissedilen bir kader birliği duygusu oluşabililir…

Bu bağlamda…

Her türlü olgusal aidiyetler çatışması üzerinde ve onlara rağmen…

Demokrasi, barış, ve adalet adına ortak amaç ve davranış içinde, kader birliği ve duygudaşlık yapılabilen paradoksal özdeşleşmeler ve kolektif-politik öznellikler yaratmak her zaman mümkündür.

Zeten…

Tam da bu anlamda…

Politika, yaratıcı bir düşünce ve özgürleştirici-birleştirici kolektif bir pratiktir.

 

24.05.2009

(Bu yazı, dünyada küreselleşmenin sonuçları tartışılırken; Türkiye’de, Mayıs 2009’da “Cumhuriyet mitingleri”nin yeniden başlaması üzerine yazılmıştır.)