Düşünce, Değerler ve Demokrasi
Düşünmek, fikir belirtmek, geçerliliği ve yeterliği kontrol edilebilen argümanlarla temellendirilen bir akıl yürütmeyle açık ve net olarak, evrensel bir sesleniş olarak yapılır. Bu nedenle, bir düşünceye, bir fikre, onu ifade eden öznenin kendisinden bağımsız olarak, bu akıl yürütme sürecini takip ederek katılmak rasyonel anlamda olanaklı hale gelir. Ya da nedenleri geçerli ve yeterli bir şekilde açıklanmak koşuluyla, bir fikri savunmak için sunulan argümanları aynı şekilde akıl yürüterek geçersiz veya yetersiz bulup, bu fikre her türlü kişisel motifin üzerinde ortak kabul gören bir tarzda karşı çıkmak ve farklı bir fikri savunmak mümkün olur. Platon’un diyalogları, bu evrensel sistem üzerinde işleyen, her türlü yakıcı konunun ele alınıp üzerinde akıl yürütülüp derinlemesine düşünüldüğü argümanlı fikir tartışmalarıdır. Aristoteles, bu argümanlı düşüncenin, temellendirici fikir belirtmenin tüm insanlığa ait olan bu rasyonel mekanizmasını Retorik (İ.Ö. 329-323) adlı kitabında sistemleştirmiştir.
Bu anlamda…
Düşünmek ve fikir belirtmek; bir evrensel insan aktivitesi olarak, kişilerin sosyal, kültürel, etnik, dini, mezhepsel aidiyetleri, eğitim düzeyleri, değer yargıları, yaşam tercihleri ne olursa olsun, hem insanların fikir ifade eden pozisyonlarını eşit kabul eder, hem de düşünen kafaları ve söz söyleyen dilleri özgür sayar.
Çünkü…
Argümanlı düşünce ve fikir belirmek için, sadece tüm insanlığın evrensel olarak sahip olduğu söz söylemek ve söylediklerini düşünerek ifade etmek tarzındaki ortak kapasitelerini icra etmek yeterlidir. Bunun için özel olarak hiçbir icazete, sosyal statüye, apolete, aidiyete, diplomaya, ayrıcalığa gerek yoktur. İnsanın kendisinin ortak insanlığın bir parçası olduğunu hatırlaması ve fikrini temellendirerek ifade etmesi yeterlidir.
İşte…
Fikir belirten konumların, her türlü hiyerarşik sosyal statüye rağmen, sadece argümanlı söz söyleme kapasitesi nedeniyle eşit kabul edildiği, zekaların da özgür olduğunun varsayıldığı bu ortak-insanlık aktivitesi, özünde gerçek bir demokrasi deneyimdir. Akıl yürütmenin temellendirilen düşünce üretme özelliği, argümanlı fikir alış-verişi ile bir ikna süreci oluşturma kapasitesi ve bu rasyonel süreç sonucu karar verme iradesi olarak bu aktivite, özünde demokrasinin işleyiş mekanizmasının kendisidir.
Bu nedenle…
Argümanlı akıl yürütmenin ve rasyonel düşüncenin, eşit ve özgür yurttaşların yaşadıkları topraklarda doğrudan yönetime katılmasını ifade eden demokrasinin ve tüm egemenlik ilişkilerinin dışında adil bir toplum nasıl kurulur sorusunun sorulmasıyla kolektif yaşamın özgün bir alanı olarak doğan politikanın, Antik Yunan’da, aynı yerde ve aynı dönemde ortaya çıkmaları rastlantı değildir.
Ama…
Bir fikrin kendisini, aynı şekilde demokratik bir tutum ve argümanlı akıl yürütmeyle kabul etmek, ya da aynı şekilde temellendirici bir akıl yürütmeyle bir fikre karşı çıkmak ve başka bir fikri savunmak yerine; bir fikri ifade eden öznenin kendisini bu fikirleri ifade ettiği için “yandaşlık” ve “millilik” bağıyla övüp tapmak ya da “karşıtlık” pozisyonuyla kötüleyip, “çapulcular”, “alkolikler“ “kökü dışardalar”, “hainler”, “dinsizler” diye şeytanlaştırarak, kriminalize ederek herhangi bir “değer” ile yargılamak, bir düşünce belirtmek ya da fikir tartışması yapmak değildir.
Bu nedenle, bu kişisel değer yargılamaları, demokratik ya da politik bir tutum da değildir.
Dolayısıyla bu değer yargılamalarıyla bir demokratik ülkeyi yönetmek iddiası da, bir safsatadan başka bir şey değildir.
Çünkü…
Fikrin kendisi yerine, bir fikri ifade eden bireye “yandaşlık” ve “gönüllü kullukla” tapmak ya da fikir belirten özneyi “düşman” ve “hain” görüp kriminalize ederek, “değersizleştirerek”, yuhalatmak ve linç etmek; her iki durumda da fikir tartışmasını boğmak ve görece “değer” yargılarının diktatörlüğünde düşünceyi ve onu ifade özgürlüğünü yok etmektir.
Yani…
Bir fikrin kendisini rasyonel olarak ele almak yerine, onu ifade eden özneyi belli “değerlerle” yargılamaya yönelmek; düşünmenin eşitlikçi ve özgür olan demokratik, rasyonel icraatını karartarak, onu görece değerlere, yandaşlığa, övgüye, karşıtlığa, hakarete, şiddete, statülere, kimliklere, mevkilere, sonuçta nerede duracağı belli olmayan yapay ve irrasyonel “yargılamalar” savaşına çevirmektir.
Fikir ifade etme maskesi altında, aslında başı sonu belli olmayan görece “değer yargıları” savaşlarını, düşünce belirtmek diye, bir akıl tutulması ve nefret kabarması içinde tüm topluma ahlakçı bir zorbalıkla dayatmaktır.
Düşünceyi ve demokratik fikir tartışmasını, insanların eşit kabul edilmediği ve sözlerin özgür görülmediği anti-demokratik ve hiyerarşik görece “değerlerin” yargılayıcı ve intikamcı savaş alanında yok etmektir.
Dolayısıyla…
Bu sonsuz görece yargılar savaşındaki çatışmanın çözümünü de, hipotetik olarak, bir tarafta daha çok övgü ve şakşak, diğer tarafta daha çok hakaret ve suçlama; bir tarafa daha çok yalakalık ve yandaşlık, diğer tarafa daha çok baskı ve şiddet gibi sürekli artan oranda bir gerilime ve irrasyonel sürece endekslemektir.
İşte bu akıl dışı ortamda kaçınılmaz olarak işleyen süreç bellidir…
Bir yandan, parti yöneticilerimizin, seçim konuşmalarında, parti mitinglerinde, parti grup toplantılarında ve basın açıklamalarında rakibi sembolik olarak öldürmeyi hedefleyen “vurucu cümlelerle” yaptığı konuşmalarla yürüttüğü “değer yargıları” savaşları, ülke atmosferini her daim elektrikli ve gergin tutarak argümanlı fikir tartışmalarını olanaksız kılar; bir türlü tüm toplumumuzun ihtiyacı olan demokratik bir anayasa yazılmaz, insanların kamusal alana demokratik katılım kanallarının önü açılmaz. Ama diğer yandan da, belli bir “inanç” adına toplumdaki değerler mozaiğinin ve insanların farklı yaşam tercihlerinin ve demokratik taleplerinin üzerinde tek tip bir tahakküm kurmayı hedefleyen anti-demokratik tasarılar, Meclisteki aynı partiler tarafından birbirine teşekkür edilerek yasalaştırılır…
Oysa…
Herkesin “değer yargıları”, inançları, yaşam tarzı kendisi için önemlidir, kendisi için “kutsal”dır. İnsanın kendi bilinci ve vicdanı ile benimsediği metafizik değerler ve aşkın bir varoluşa duyulan inanç, kişinin kendi kendisiyle, dünyayla, yaşamla, toplumla belli bir ilişki biçimi oluşturmasını sağlar ve bireyin yeryüzünde ikamet etme biçimini yapılandırır.
İşte…
Bu kişisel varoluşun ilkelerinin belirlendiği alan, etik alanıdır.
Etik, kişinin kendi bireysel eylemini şekillendiren, kendisi için “kutsal” gördüğü kendi kişisel ilkelerini, yaşam tercihini ve kişisel davranışlarını belirler. Bu nedenle etik, hem hukukun tüm toplum için zorunlu-pozitif yasalarının hem de ahlakın tüm topluma yönelik dayatmacı-yasakçı geleneklerinin dışındadır.
Yani…
Etik, kişisel ve tekildir.
Etik, ne tüm topluma ne de yanı başımızdaki aileye, komşulara dayatılacak gelenekler ve tercihlerdir.
Etik, insanın sadece bir özne olarak kendisi içindir.
Yani…
Etik insanın kendisi için oluşturduğu kişisel ilkelerdir. Bu anlamda insanın yeryüzündeki kişisel yaşam tercihlerini ve davranış biçimlerini düzenleyen etik ilkeleri kişinin sadece kendisi için “kutsallaştırmasında” bir sorun yoktur.
Zaten tersi olsaydı, yani herkes, kendisinin yeryüzünde ikamet etme biçimini temellendirdiği bir etik ilkeyi kendisi için “kutsal” (ayrı) saymasaydı; o ilke, o kişi için bir kişisel “değer” gibi görülmekten çıkardı.
Ancak…
Sorun, herkesin kendisi için “kutsal” olduğunu varsaydığı bu kişisel yaşam ilkelerinin, bu her insanın kendisine görece (ilişkin) olan “değerlerin” yaşamda birbirleriyle karşılaştığında, toplumsal yaşamda ve kamusal alanda birbirleriyle bir arada var olmaya başladığı anda çıkmaktadır.
İşte…
Bu toplumsal yaşamdaki ve kamusal alandaki karşılaşmalarda, bir kişisel “değere” göre, bir başkasının kişisel “değerini” ve bir başkasının yaşam tercihini yargılamak, öncelikle insanın kendisinin “değerinin”, başkalarınınkine “göre” bir “üstün” değer olduğunu varsayma kurgusunu gerektirir.
Bu da genellikle tartışmasız kabul edilmesi gerektiği varsayılan kurucu efsaneler ve metafizik değerler kullanılarak yapılır. Çünkü “değerler” alanında, bir kişisel inancın, bir kişisel ilkenin, bir yaşam tarzının, bir metafizik tercihin diğerinden “daha” değerli, “daha” kutsal, daha “üstün” olduğunu tüm insanlık için gösteren hiçbir rasyonel ya da ortak kabul gören objektif bir ölçü yoktur.
Eğer “değerler” alanında tüm insanlık için evrensel olarak “geçerli” objektif ölçüler olsaydı, bu herkes için “geçerli” olacak objektif verilerin bilincinde olmamak ya da bunları öğrenmemiş olmak, cahillik ya da eğitimsizlik gibi farklı bir alan olan bilgi ve pedagoji kategorisinde değerlendirildi. Bu “değerler”, etik, insan hakları ve demokrasi çerçevesinde, ifade ve inanç özgürlüğü, kişisel yaşam tercihi hakkı kapsamında ele alınmazdı. Nasıl bir toplum istiyoruz? Farklılıklara rağmen nasıl bir arada yaşayabiliriz? Bunun için ne tür bir anayasa yazmalıyız?, sorularıyla Antik Yunan’dan beri meclislerde ve kamusal alanlarda binlerce yıldır tartışılmazdı.
Tersine herkes tarafından doğrudan kabul edilir, ya da pozitif bir eğitimle bunlar herkese kolayca öğretilirdi. Bir yandan yasalar, mahkemeler ve kolluk güçleri desteğinde; diğer yandan da, ahlakçı-yasakçı bir zihniyetle topyekun bir topluma empoze edilmeye çalışılmazdı. “Değerler” dünyasında, herkes için, her koşul ve her zamanda geçerli olan değişmez bir yüksek “iyi” olsaydı, Platon’un dediği gibi, bunun insanlara kabul ettirilmesi için herhangi bir yasaya bile gerek duyulmaz, tüm insanlık kendi iradeleriyle bu tek yüce “iyi” etrafında mutabık kalarak kendiliğinden toplanırdı. Tüm insanlık için ideal olanı da zaten bu olurdu.
Yani…
“Değerler” dünyasının göreceliğinde, hem bir bireyin tekil olarak kendi etik davranışını belirleyen, hem de bunun tüm insanlık için topyekün “geçerli” olması gerektiğini gösteren evrensel ve objektif, yani öznellikten bağımsız, mutlak ve rasyonel bir veri yoktur.
Değer, kişisel bir inanç alanıdır.
Aksi olsaydı, ne bir yanda insanın kendi değerlerinin “kutsallığını” başkalarına da empoze etme fanatizminin yol açtığı ahlakçı baskılara, şiddete ve din savaşlarına gerek duyulurdu; ne de diğer yanda, insanlığın bu farklı-görece değerlerine “hoşgörü” göstermek gerekli diyerek bu farklı değerlerin bir arada var olabilmesini aynı zamanda İnsan Hakları Bildirgesi ve anayasal güvencelerle korunan barışçıl bir “katlanma” (tolerencia) tutumuna ihtiyaç duyulurdu.
Bu nedenle…
Kişisel değerlerin objektif ölçülerden ve evrensel geçerliliklerden yoksun olması, bir yandan tüm toplum için geçerli olan pozitif hukuk yasalarının, diğer yandan da daha çok kendimizin dışındakilere, komşulara dayatılan ahlaki kuralların zorunlulukları dışında, kişisel-yaratıcı bir öznellik alanı olarak insanın sadece kendisi için kendisine özgürce yasa koyduğu etik alanı bulunmaktadır.
Bu özgün alanı düşünen önemli bir örnek olan Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde (1785) özetle, öyle bir şekilde davran ki, kişisel tercihin ve eylemin, niyet ve amaçtan bağımsız olarak tüm insanların da aynı şekilde davranmasını isteyeceğin evrensel bir yasa “gibi” kabul edilebilsin, der.
Burada altı çizilecek olan bu etik kuralın ancak “gibi” nitelemesiyle formüle edilebilmesidir.
Çünkü…
Hukukun yasal zorunluluğu ve ahlakçılığın sorgulamasız dayatması dışında, “değerlerin” öznel alanında her şey aslında sadece bu “gibi”nin, yani kurgusal bir varsaymanın üzerine kuruludur.
Kant, kişinin, kendi kendisine herkesin uygulayabileceğini var sayacağı bir etik yasa koyuyormuş “gibi” davranmasını ve bunun da bir örnek davranış olarak herkes tarafından benimsenebileceğini varsaymasını tek çözüm olarak düşünür. Yani kişisel tercihlerini hukuksal bir yasayla ya da ahlakçı bir dayatmayla başkalarına ve topluma empoze etmek yerine, bireyin asıl kendisinin üzerine bir öznel çalışma yapması gerektiğini söyler. Bireyin asıl kendi kişisel inançları, kendi kişisel “değerleri” ve kendi kişisel davranış tercihleri üzerinde bir arındırma çalışması yapmasını, onları her türlü çıkar, niyet ve hedeften temizleyerek salt kendileri için herkes tarafından tasvip edilebilecek “gibi” bir tekil-evrensellik düzeyine yükseltmeyi ilke edinmesini çözüm olarak görür.
Ama…
Kant’ın önerdiğinden farklı olarak, kişinin kendi kendisine dönüp, kendi tercihinin ve davranışının ilkesini herkesin kabul edip uygulayabileceği bir tekil-evrensel yasa “gibi” düşünmesi yerine, yani kişinin kendi davranışlarını ve tercihlerini biçimlendiren kişisel “değerlerini” her türlü dışsal çıkar ve yarardan arındırması anlamında insanın sadece kendi kişiselliği ve öznelliği üzerine dönen etik bir tutum takınması yerine; tersine insanın kendi kişisel değerlerini tartışmasız “daha” değerli ve “üstün” görerek yasa koyucu ya da ahlakçı bir tutumla kendi dışına yani “ötekine” de empoze etmeye yöneldiğinde, işte asıl sorun o zaman ortaya çıkar.
Çünkü…
Etik alanının kişiselliği ve öznelliği içinde, kendi öznel değerlerimi, inançlarımı ve yaşam tercihlerimi “öteki” benzer değerlere göre “üstün” değerler olduğunun kurgulamasını bir kez yapıp, bunları ötekine empoze etmenin meşruluğuna kendimi inandırdıktan sonra, artık zorunlu ve engellenemez bir süreç işler.
Yani…
Eğer ben, bu “gibi” varsayımı ve kurgusu üzerinde var olan görece etik “değerler” dünyasında, şu yaşam tarzımdan, şu inancımdan dolayı herkesten “daha” değerliyim ve ayrıyım diye bir “kutsallık” kurgulaması yapıp, bunu da yine bu aynı “kutsallık” adına bir başkasına hukuki ya da ahlaki olarak kabul ettirme hakkını kendimde gördüm mü, o zaman zorunlu olarak diğer tüm benzer “değerleri” reel olarak “değersiz” bulmam, yani bir “değer” olarak onları “yok hükmünde” saymam gerekir.
Bu da demektir ki…
Bu “üstün” değer kurmacasının yapılandırdığı davranış biçimi içerisinde, kendi “kutsal” değerlerim adına diğer “sözde” değerlere hakaret etmem, onları aşağılamam, kriminalize etmem, suçlamam, şiddet uygulamam, sonuç olarak da kendime göre “değersiz” ve “suçlu” ilan ettiğim bu “sözde” değerleri sembolik ve fiziki olarak yok etmem gerekir.
Bu nedenle “değerler savaşı” (din savaşları) mekanizma olarak bir yok sayma ve topyekun yok etme savaşıdır. Bir yerde durma ve taraflar arasında barış yapma fikrini içermez.
Dünyanın durumuna, koşulların elverişliliğine göre, bu “üstün değer” fanatizminin yıkıcı pratik sonuçlarının zamanı, hedefi, dozu ve düzeyi değişir, ama işleyiş olarak “değersiz” görülen “öteki” değeri sonuçta yok etmekten başka herhangi bir alternatif ilişki mekanizması yoktur.
İnsanlık tarihi bu şekilde önce algıda ve düşüncede “değersiz” ötekiler ve yok edilecek “düşmanlar” yaratma stratejileri ve sonra da fiziki olarak bunları yok etme yöntemleriyle doludur.
Bu nedenle…
Önce “değersiz” ötekiler kurgulayıp, sonra da onları yok etmek için, baskı, şiddet ve savaş üreten bir mekanizma karşısında, yani görece “değerler” alanındaki bu sonsuz çatışmalı ve irrasyonel durumu dengelemek, pasifize etmek, yeryüzünü farklılıklara rağmen yaşanır kılmak için, tolerencia (katlanma) tutumunun devreye girmesinden başka bir çare yoktur.
İnsanlık tarihi, bu çerçevede, bir tarafta “kutsallaştırılan” ve bu nedenle tüm insanlığa empoze edilmeye çalışılan “değerlerin” yol açtığı fanatizm ve din savaşlarıyla doludur; diğer tarafta, bu “kutsal” değerler dünyasında ortak bir yaşamı olanaklı kılma çabaları olarak, tolerencia çağrılarıyla çatışmaları ve savaşları pasifize etme çırpınışları vardır. Avrupa XVI. ve XVII. yy’da Protestanlar ve Katolikler arasındaki din savaşlarıyla kana boğulurken, aynı zamanda insanlık John Locke’tan Voltaire’e tolerencia konusunda, yani kabul edilmeyen, bir “değer” olarak görülmeyen farklı “değerler” ile bir arada yaşayabilmek için gerekli olan katlanma (tolerencia) tutumu üzerine kafa yormuştur. John Locke’un A Letter Concerning Toleration (Tolerans Üzerine Bir Mektup, 1689), Voltaire’in Traité sur la tolérance (Tolerans Üzerine, 1763) adlı eserleri, fanatizm ve “değerler” savaşında, geçici de olsa pasif bir denge oluşturmak için tolerencia’nın nasılda gerekli bir mekanizma olduğunun altını çizerler.
Yani…
İnsanlık; bu görece “değerler” dünyasında, sarkacın kâh bir değeri kutsallaştırıp empoze etme kurgusunun doğurduğu ahlakçı-fanatizme, baskı, şiddet ve savaşlar tarafına sarkmasıyla; kâh bu sonsuz çatışma durumunu tolerencia ile pasifize etme arasında sallanıp durmasıyla yaşar gider.
Çünkü…
“Değerler” dünyası, önce yaşadığımız ortak-dünyayı, ortak-insanlığı böler, parçalar ve hiyerarşik bir ilişki oluşturur; sonra da bu bölünmüşlük ve parçalanmışlığı ya savaşlarla homejen bir üstün “değer” kurgusu adına yok eder, ya da tolerencia vaazlarıyla bu bölünmüşlüğü yaşanabilir, katlanılabilir kılar.
Oysa…
Demokratik bir deneyim olan argümanlı düşünce ifade etme ve fikir belirtme, tam tersine, sosyal, kültürel ve her türden görece “değerlerin” böldüğü tüm insanlığı önce insan olmanın ortak paydasında yeniden birleştirir.
Şu argüman “geçerli” ve “yeterli” mi? sen de sadece tüm insanlığın ortak olarak sahip olduğu zihinsel kapasiteni kullanıp buna karar verebilirsin, der.
Şu argüman ile şu argüman arasında bir nedensellik bağı var mıdır? sen de sadece tüm insanlığın sahip olduğu ortak aklını ve zekanı harekete geçirip bunu görebilirsin, der.
Şu argüman ve şu argümandan sonra böyle bir sonuca zorunlu olarak varmak, mümkün mü, değil mi? sen de tüm insanlığın sahip olduğu ilişkilendirme ve çıkarım yapabilme kapasitelerini harekete geçirerek bunu takip edebilirsin, sen de bu akıl yürütme sürecinin mantığını anlayıp, kavrayıp, icra edebilirsin, der.
Bütün bu açık ve net akıl yürütme sonucu temellendirilen bir fikre, sadece düşünen, kavrayan, ilişkilendiren, çıkarımsama yapabilen herhangi bir eşit insan olarak, özgürce katılabilirsin, der.
Ya da…
Bu açık ve net akıl yürütme sürecinde temellendirilen bir fikre, yine aynı süreci izleyerek, yine sadece tüm insanlığın sahip olduğu ortak kapasiteleri kullanarak argümanlı ve temellendirici bir çalışmayla karşı çıkabilir, farklı bir fikir savunabilirsin, der.
Yani…
Kendi kişisel inançlarına, kendi kişisel kaygılarına, kişisel değerlerine, kendi kişisel yaşam tercihine göre diğer insanları yargılama eğilimlerini en azından bu çaba süresince parantez içine alarak sen de herkes gibi eşit ve özgürce düşünebilirsin, der.
Kişisel yaşam değerlerin ne olursa olsun, aynı zamanda sadece ortak-insanlığın bir bireyi, herhangi bir özne olarak, eşit ve özgürce bunu yapabilirsin, fikrini belirtebilirsin, der.
Bu nedenle…
Fikir tartışmalarından öcü gibi korkan betonarme kafaların, anti-demokratik kurumların ve ahlakçı-fanatik toplumların sandığı gibi, fikirler ve düşünme eylemi, bölücü değil; tam tersine öncelikle görece değerlerle olgusal bölünmüşlükler içinde olan bireyleri ortak-bir insani kapasitede bir araya getiricidir.
Yani…
Birleştiricidir.
Kaynaştırıcıdır.
Çünkü…
Görece değerin ne olursa olsun…
Düşünce ve fikir tartışması için, sadece eşit-ortak insani kapasiteler, bu ortak kapasitelerin karşılıklı icrası için farklı dünyaların demokratik karşılaşmaları ve özgür-ortak alanlar yeterlidir.
Bu nedenle…
Argümanlı düşünmek ve fikir belirtmek, her şeyden önce, sosyolojik-etnik-kültürel-dinsel-mezhepsel olarak görece değerlere bölünmüş insanlığı, ontolojik olarak orijin bir ortak-dünyada, bir ortak-insanlıkta eşit ve özgür olarak birleştirir. Yani fikir tartışması ve düşünme eylemi, bir toplumun olgusal bütünlüğünü parçalayan zararlı ve korkulacak bir eylem değil; tam tersine tüm olgusal, verili bölünmüşlüklerin ve görece değerler çatışmasının üzerinde, tüm insanlığı salt insan olma kapasitesinden dolayı eşit ve özgür bireyler olarak buluşturup bütünleyen ontolojik bir aktivitedir.
Bu nedenle…
Hangi konuda olursa olsun, içeriği ne olursa olsun, düşünmek ve fikir belirtme eylemi, her kesimden ve düzeyden safsatacıların ve yasakçıların iddia ettiği gibi, bölmez, parçalamaz, fitne, fesat sokmaz.
Tersine…
Argümanlı düşünmek ve fikir belirtmek, her şeyden önce, tüm insanlığı sadece sahip olunan ortak insanlık kapasitelerinin icrasına eşit ve özgür bir biçimde herkesi davet ettiği için; yani tüm insanlığa sadece insan olmanın kapasiteleri adına seslendiği için, tüm insanlığı her türlü olgusal bölünmüşlüğün ve farklılığın üzerinde evrensel bir ortak paydada birleştirir. Fikirlerin argümanlı ifadesi ve temellendirilen bir düşünce, her şeyden önce her bireyi sadece konuşan ve düşünen bir insan olarak muhatap aldığı için ontolojik ve antropolojik bir temelde bu bütünlüğü sağlar.
Düşünce ifadesine ve fikir tartışmasına her kesimden “bölücülük” ya da “değerlere” hakaret olarak bakan bilcümle ahlakçının tersine; argümanlı fikirsel tartışma, öncelikle sosyal, etnik, ekonomik, kültürel bölünmüşlüklere rağmen, orijin temelde ve evrensel boyutta, eşit ve özgür bir ortak-insanlık yaratır.
Düşünce ve argümanlı fikir, her insanı, sadece insani kapasitelere hitap ederek, her bireyi eşit ve özgür sayarak, evrensel bir ortak paydada birleştirir.
Ama…
Düşüncelerin ve fikirlerin içeriğinden dolayı ya da belli bir düşünceyi ya da fikri savunduğu için değil; sadece tüm insanlığın ortak kapasitesi olan argümanlı akıl yürütmenin, temellendirilmiş fikir belirtmenin, salt konuşan herhangi bir insan olarak hem dağdaki “diplomasız çobana”, hem de benim oyum onunla bir mi diyen şehirdeki “narin güzele” ait olan bir ortak payda olduğu için bu orijin birleştirmeyi yapar.
İşte bu nedenle…
Evrensellik ve eşitliğin ortak mekanizması nedeniyle düşüncenin ve argümanlı fikir tartışmasının, demokrasiyle ve politikayla temelde, ontolojik bir çakışması vardır.
Çünkü…
Düşünce ve fikir tartışması, geçerli ve yeterli argümanların açık ve net temellendirmeleriyle her özneyi eşit ve özgürce muhatap alıp, aynı konumda herkesi eşit ve özgür olarak insani kapasitelerini harekete geçirmeye davet eder.
Buna karşın, görece “değer” yargıları, ne hakla, hangi ölçülerle ve ne için yapıldığı belli olmayan, yani argümanı kendi içinde gizli olan dayatmacı bir kurmaca kutsal-otoriteyle kendini “ötekine” empoze eder.
Görece “değerler” alanındaki yargıyı ve ahlakçı dayatmayı sağlayan otoritelerin içeriği (kurucu efsaneler, gelenekler, kanılar, inançlar, çoğunluk, oy yüzdeleri, medya, yasalar, mahkemeler, polis, silah, savaş, vs. şeklinde) değişir, ama yöntem hep aynıdır. Demokratik bir ilişki, eşit ve özgür bir fikir alışverişiyle sağlanan ikna yöntemi ve kişisel karar yerine; kurgulanarak kutsallaştırılan görece “değerler” adına hiyerarşik bir ilişki oluşturmak, bu dikey egemenlik ilişkisinde, yasal erk ya da ahlakçı otoriteyle “değerli” sayılanı “değersiz” görülen “ötekine” de zorla dayatmaktır.
Ancak…
Burada asıl sorun, görece kişisel “değerlerin” kutsallaştırılmasıyla “ötekine” de empoze edilen yargıların, düşünce ve fikir tartışmaları gibi demokratik bir tutuma sahip olmaması değildir sadece.
Kişisel “değerlerin” kutsallaştırılıp, ”ötekine” ve toplumun tümüne otoriter bir yöntemle empoze edilmesi eğiliminin yarattığı şiddet ve gerilim de değildir sadece.
Burada asıl sorun şudur:
Görece “değer yargılarının” bir düşünce ve fikir ifadesi olarak sunulup, demokratik fikir tartışması maskesi altında gizlenerek, “ötekine” ve tüm topluma “en iyisi” budur fikriyle dayatılmasıdır.
Yani görece değerlerin, kişisel ve öznel olan alandan çıkıp, “benim için en iyi ve en değerli seçim olan, herkes için de geçerli olmalıdır” yargısıyla, bunların “toplumsal hassassiyet” “millilik” “yerlilik” gibi sihirli ve muğlak sözcüklerin maskesi altında politik fikirler safsatasıyla kamusal alana ve tüm topluma ahlakçı bir otorite ile dayatılmasıdır.
İşte…
Bir toplumda farklı görece “değerlere” rağmen, eşit ve özgür olarak bir arada yaşamanın demokratik tercihi konusunda asıl sorun ve tehlike budur.
Çünkü…
Hannah Arentd’in The Origines of Totalitarianism (Totalitarizmin Kökenleri, 1951) adlı eserinde nitelediği gibi, bu şekilde, sınırsız ve total bir egemenlik hedefiyle tüm toplumun ruhuna ve en mahrem alanlarına kadar sızıp, davranışları, zihinleri ve yaşam tercihlerini belirleme fanatizmiyle uygun adımlarla kendi sonuna doğru yürüyen tek tip bir toplum yaratılır.
Değerlerin kişisel etik-alanı ile kolektif yaşamı ilgilendiren kamusal-politik alan arasında oluşturulan muğlaklık içinde, kurgulanan “kutsallıklara” ve mutlaklaştırılan görece “değerlere” arkasını yaslayan herhangi bir erkin, tüm topluma “milli” ve “yerli” “toplumsal hassasiyet” safsatalarıyla kendi istediği her şeyi empoze etmesi mümkündür.
Bu durumda…
Sadece insanların nasıl çocuk yapacakları, neyi nasıl ve ne zaman içecekleri, nerede nasıl giyinecekleri hukuki yasalarla ve ahlaki dayatmalarla belirlenmez.
Sadece kültürel zenginlikler, ticaret merkezlerine; ortak-özgür alanlar, parklar, ormanlar, kışlalara, AVM’lere , yollara, betona dönüştürülmez.
Platon’un Phaidon (İ.Ö 383) adlı eserinde altını çizdiği gibi, Sokrates’in gençliği baştan çıkarmak ve sitenin Tanrılarına karşı gelmek ile suçlanarak ölüme mahkûm edilmesi gibi, agora meydanında özgürce düşünen, fikir belirten özneler, “değerler”, “hassasiyetler”, “milli” ve “yerli” diktatörlüğü altında kaçınılmaz olarak kriminalize edilir, yargılanır, mahkûm edilir.
Eşit pozisyonları ve özgür kafalarıyla kamusal alanda fikir belirten özneler avı için pusuya yatmış “yargı tetikçiliği”, kişisel alanın görece “değerlerini” kolektif yaşama ve tüm topluma dayatma fanatizmiyle, başta düşünce özgürlüğü olmak kaydıyla, inanç ve yaşam tercihi özgürlüklerini mutlaklaştırılan belli bir “kutsallık” adına yok edilmesi yönünde canhıraş çalışılır.
Sonuç olarak…
George Orwell’in Nineteen Eighty-Four romanındaki gibi özel ve kamusal alanda özgür düşünce yok edilir.
Aşk yasaklanır.
Hafızalar silinir.
Arşivler bile yeniden yazılır.
Meydanlarda yaşamı ritimleyen “milli”, “yerli”, “hassasiyet” safsatasının mekanik tekrarından oluşan bir propogandayla zihinler şartlandırılır.
Tüm toplumda gönüllü kulluk ve itaat yaratılır.
Bu da demektir ki…
Fritz Lang’ın Metropolis (1927) filminin ünlü kurban sahnesinde gösterdiği gibi, tek tip gri elbiseler içinde, başları öne eğik, düzenli kıtalar halinde dizilmiş anonim kitleler olarak, uygun ve yorgun adımlarla ilerleyip, kapitalizmin tanrısı Meloch’un her şeyi yutan açgözlü ağzından kendimizi topyekûn ateşe atıp, tüm toplum olarak intihar etmektir.…
Eğer Kant’ın ötekine ahlakçı-otoriter dayatmalarda bulunmak yerine, asıl kendimize özgürce kişisel yasalar koymalıyız dediği etik alanındaki “gibi” kuralını yaratıcı-düşüncenin ölçüsü olarak alıp; bu kurmaca filmler de bizim içinde bulunduğumuz yaşamı düşünmeye ve bizi davranmaya davet ediyorlarmış “gibi” varsayıp, kendi içinde bulunduğumuz duruma bakarak, aslında topyekun intihar etmek yerine, hep birlikte bu topraklarda eşit, özgür ve barış içinde adile bir yaşam için başka bir toplum modeli kurgulamak mümkün “gibi” görünüyor dersek…
İşte, o zaman…
Bugün neye ihtiyacımız olduğu açıktır:
Kişisel görece “değerleri”, kişisel inançları ve kişisel yaşam tercihlerini kurgulanmış bir kutsallıkla mutlaklaştırarak tüm topluma empoze etme fanatizminden vazgeçmek.
Görece-tekil değerlerin otoriter-ahlaki dayatmalarıyla politikayı belirleme eğiliminden kamusal alanı kurtarmak.
Gerçek bir demokraside olduğu gibi “Farklılıklara rağmen bir arada yaşamak için nasıl bir toplum istiyoruz” sorusunu argümanlı fikir tartışmasına açarak, demokratik ikna sürecine ve kolektif karar alma iradesine tüm yurttaşların eşit ve özgürce katılmasını sağlamak.
Yani…
Bugün ihtiyacımız olan daha çok kişisel görece “değer” savaşları değil, öncelikle kamusal fikir tartışmalarıdır.
Bugün ihtiyacımız olan, daha çok “milli”, “yerli”, “hassasiyet” maskeleriyle ırkçılık sosuna batırılan otoriter bir ahlakçılık dayatmasıyla toplumu ve kamusal alanı zapturab altına almak değil; öncelikle gerçek anlamda kişisel etik ilkelerdir, eşitlikçi bir toplumsal yaşamdır, özgürlükçü bir demokrasidir.
Bugün ihtiyacımız olan daha çok “düşman yaratma”, daha çok “korku salma” ve daha çok kışla, daha çok cezaevi, daha çok güvenlikçi yasalar stratejisiyle toplumu uygun adımlarla yürüyen biat kıtalarına çevirmek değil; sadece daha çok özgüven, daha çok çok-seslilik ve daha çok ortak özgür-alanlardır…
Metin Gönen
25 Temmuz 2013