Eleştirel Sinema, Politika ve Demokrasi
Eleştirel Sinema Politikası
Kapitalin ve borsa oyunlarının cazibesi ya da köleliğe övgü…
Costa Gavras’ın Kapital (Le Capital, 2012) filmi uluslararası banka sermayesinin entrikalarını seyirciyi cezbedici bir şekilde anlatıyor. Bir bankanın başkanı olan temel karakter ile mecburen özdeşleşen seyirci, en azından film süresince, böylesine “lüks ve keyfi” bir yaşamın çekiciliği içinde bulunmaktan garip bir estetik haz alıyor. Bir yandan şımarık bir çocuk edasıyla parayla, yatırımcılarla, hukukla fütursuzca oyun oynayan; diğer yandan, Tokyo, Londra, New York arasında özel uçağıyla banka satın almanın ve milyon dolarlık fahişelerin peşinde gezen bu başarılı züppe, sonunda seyircinin gözünde uluslararası banka sisteminin bataklığı içindeki Kapital’in baştan çıkarıcı bir figürü haline geliyor.
Martin Scorsese’in Para Avcısı (The Wolf of Wall Street, 2013) filmi; borsa oyunlarının entrikalarını ve sıfırdan başlayan bir para avcısı borsa simsarının her türlü kuraldan yoksun olarak kazanma hırsıyla yaşadığı yükselişi ve düşüşü, seyirciyi baştan çıkaran sıra dışı bir yaşam ritminin coşkusuyla anlatıyor. Filmdeki duygusal çekiciliğin ve dramatik gelişimin devindirici odağı olan temel karakterle mecburen özdeşleşen seyirci, kaçınılmaz olarak, onun tutkulu yaşamının gizli ve sessiz bir tanığı haline geliyor. Klasik anlatının seyircinin bakışını ve duygusunu kurgusal evrende yönlendiren mekanizması içinde, seyirci, film süresince, bu genç para avcısının anlatım odağından, onun fırtınalı yaşamının tüm heyecanını, iniş ve çıkışlarını onunla özdeşleşerek kendisiymiş gibi yaşıyor.
Steve McQueen’in 12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave, 2013) filmi, köleliğin Aristotelesçi metafiziğini anlatıyor. Özgür bir Siyahi iken, kaçırılıp köle olarak pamuk tarlalarında çalışmak için satılan temel karakter ile özdeşleşen seyirci, 12 yıllık esaret ve mağduriyet süresince, onunla birlikte çaresizlik içinde bir kurtarıcı bekliyor. (12 Years a Slave bu açıdan Paradoks Dergi’de detaylı bir şekilde incelenmiştir.)
Üç film de, kapitalin uluslararası entrikalarının, para avcılarının kural tanımaz hırslarının ve kölelik mağduriyetinin “gerçek” mekanizmalarını açıklayan bir “bilgilendirme” stratejisiyle seyircinin “bilinçlenmesini” ve ekranda görüp, yaşadıklarına “isyan” etmesini öngörüyor.
Yani…
Eleştirel sanat politikası adına, kapitalist ve köleci ilişkiler içinde çürüyen ve insanlığını yitiren yaşamların negatif saptamasının çekiciliğinde, seyircinin, kendi yaşamında net bir şekilde bildiği varsayılan bir genel tablo içinde, olumlu bir yaşam amacıyla “otomatik” olarak “muhalif” bir tutum alması bekleniyor.
Ama…
Filmlerde somut olarak sunulan ve seyircinin film karşısında yaşadıkları öngörülenin ve niyet edilenin tam tersi oluyor…
Çünkü…
İstenilenin tersine klasik sinematografik anlatının (gerçeklik duygusu, şeffaflık kuralı ve özdeşleşme kurallarından oluşan)* temel stratejisi sonucu, seyirciye film süresince yaşatılan algı ve duygu aslında istenilenin tam tersi oluyor. Niyette seyircinin kapitalist sistem karşısında mesafeli ve eleştiren bir tutum alması istenirken, aslında filmler bize paradoksal olarak, uluslararası bir bankanın başında olmak ya da bir para avcısının tutkulu yaşamına sahip olmak, şu salondaki “seyirci konumumuzdan” çok daha cezbedicidir, çok daha baştan çıkarıcıdır, diyor.
Ya da köleci toplum düzeniyle ilgili seyircilerin bilinçlerinde bir kıvılcım yakmak isteyen 12 Yıllık Esaret filminin seyirciye sunduğu yaşanmış bir gerçeklik, aslında kölelik mağduriyetinin melodramı içinde 2 saat boyunca seyirciyi kıvrandırıp, acı çektirerek, aslında bize, şu konforlu koltuğundaki “seyirci olma haline” şükret, diyor.
Çünkü…
Filmlerin kurgusal evreninin dışındaki seyirci için, Tarih, belirlenmiş bir amaca doğru kendi içsel devinimi ile ilerlemediğinden…
Kapital, kendi mezarını kazması yerine; “sosyalist” sistem, kendi kendisini mezara gömdüğünden…
İki yüz yıldır insanlığın gidişatını belirleyen Büyük Anlatılar’ın tüm insanlık için çizdiği kesin ve net bir “gelecek” tablosu artık olmadığından…
Rahat koltuğunda oturan seyirci için, varolanın ve anın zorunlulukları içine sıkışıp kalan nihilist çağımızda, “kapitalin”, “para avcılığı”nın ve “kölelik metafiziği”nin baştan çıkarıcı bir cazibeyle anlatımı, sadece kendi kendisiyle sınırlı negatif bir saptamanın çekiciliği olarak kendisiyle baş başa kalıyor…
Yani…
Tarih, belirlenmiş bir amaca ve geleceğe doğru içkin bir devinim ile ilerlemediği için, negatif saptamanın çekiciliği otomatik olarak Hegelci bir “karşı-tez” ile seyircinin bilincinde aşılıp, olumlayıcı bir üst senteze geçmek mümkün olmuyor.
Tarihin anlamı açık bir şekilde ilerleyen devinimini ve belirlenmiş bir gelecek perspektifini kaybeden, varolanın çürümüşlüğünün ve anın zorunluluklarının cezbedici-negatif saptamasına sıkışıp kalan bir Hegelci eleştirel sanat anlayışı; sonuç olarak verili olanı tescil eden cazip bir nihilizminden çıkamıyor.
Yani…
Hegelci eleştirel sanat anlayışı; gelecek perspektifinden ve yönlendirici bir pusuladan yoksun olan zamanın olgusal akışında, eleştirdiğinin negatif cazibesine kapılıp, onunla özdeşleşerek bir tür Stockholm sendromu ile paradoksal bir hayranlığa dönüşmenin ikilemi içine sıkışıp kalıyor.
Bu nedenle…
Bu üç filmde de, filmleri seyrederken ortaya somut olarak çıkan algı, duygu ve fikir, başta öngörülenin tam tersi oluyor.
Yani…
Eleştirel sanat adına yapılan; aslında estetize edilen çekici bir klasik mizansen ile kaçınılmaz olarak kendi negatif saptaması içine hapsolan bir özdeşleşmeye, Kapital’e, Para Avcısı’na ve Köleliğe paradoksal bir övgüye dönüşüyor.
Peki…
Bu çelişkili durumu doğuran nedir?
Öngörülen ile sonuçta ortaya konulan arasındaki tezatlık nereden kaynaklanıyor?
Bu çelişkili durum gün gibi ortadayken, neden kör bir ısrarla aynı öngörüyle aynı tip sonuçlar üreten filmler yapılıyor, neden aynı tip bir negatif “eleştirel sanat politikası” sürdürülüyor?
Neden?
Sorun nerede?
Sorun, öncelikle belli bir “politika” anlayışının kendisinde ve bu anlayışın sanata bir ayna gibi yansıtılmasında…
Temsili Politika Sanatı
İktidar ve gücün cazibesi ya da gönüllü kulluğun metafiziği…
Corruption (Yolsuzluk, 2014) adlı bir başka soluk kesici film haftalardır ekranlarda. Tüm toplum olarak yatıp kalkıp bu inanılmaz macerayı izliyoruz. Filmin jeneriğinde, 12 Yıllık Esaret filmindeki gibi, “Bu hikâye gerçek olaylara dayanmaktadır” yazıyor. Ama özünde film Tarantino’nun kurmacalarını aratmayacak yaratıcılıkta fantastik bir eser. Hikâye 2023 yılında Megaville Gezegeninde geçiyor. Filmin kurgusal evreni, Megaville Konseyi’ndeki bazı yönetici çocuklarının “yolsuzluk” suçlamaları ile gösterişli bir operasyonla gözaltına alınmalarıyla açılıyor. Matrix (1999) filmindeki gibi, bu çarpıcı açılış, filmin devamını seyretmek için, bir sürü soru ve beklenti oluşturarak seyirciyi hazırlıyor. Seyirci, filmin kurgusal evrenin gerçekliğine kestirmeden girmiş oluyor ve olayların dramatik gelişimini seyretmek için dikkat kesiliyor.
Senaryodaki dramatik çatışmayı tetikleyen, seyircideki heyecanı ve merakı yaratan, olay örgüsünü çözüme doğru ilerleten temel karakter, bir sivil Servis örgütlenmesi.
Filmin açılış sekansından sonra, Megaville Konseyi, Servis grubuna karşı atağa geçiyor. Konsey’e yönelik bu soruşturmaları yapan ve suçlamaları hazırlayanların görev yerleri hemen değiştiriliyor. Filmin bütçesi hiçbir masraftan kaçılmayacak denli yüksek; özellikle görev yerleri değiştirilen Megaville muhafızlarının sayısının binleri bulduğunu görüyoruz.
Dramatik çatışma ve heyecan doruğa yükseliyor…
Birkaç gün sonra Konsey’deki bazı yöneticiler istifa ediyor.
Ama Megaville Konseyi pes etmiyor, karşı atağına devam ediyor. Film, Megaville’deki iktidarın ve gücün gövde gösterisinin ne olduğunu çarpıcı bir mizansenle tüm seyircilere gösteriyor.
Güvenli internet etiketi altında, tüm Megaville gezegeninde internet yasakları getiriliyor. Megaville yargısı internet yasaklarının karar sürecinden çıkarılıyor; bu yetki iletişim kurumuna, dolayısıyla yürütmenin gücüne, yani Konsey’e bağlanıyor.
Bu çarpıcı sekans, senaryoda rastlantısal bir dramatik gelişim değil tabii ki. Bu internet sekansı, filmin ardışıklığı içeresinde asıl bir sonraki sekans ile doğrudan ilişkili olarak senaryo düzeyinde bir bütünlük ve tutarlılık oluşturuyor. Senaryonun çala kalem değil, bir amaç etrafında bütünlüklü bir perspektifle yazıldığı ve mizanseninin yapıldığı seyirci tarafından fark ediliyor.
Filmin dramatik çatışmasını doruğa çıkaran en önemli sekans, fantastik film türünün başyapıtlarını aratmayacak mükemmellikte oluyor. Bu özenle hazırlanmış epik sekansta, Megaville parlamentosunda eller büyük bir coşkuyla havaya kalkıyor, yargı Konsey’in yürütmesine bağlanıyor, güçler ayrılığı ilkesi çiğneniyor, Megaville anayasası, yani toplum sözleşmesi ihlal ediliyor.
Ama…
Salonda tık yok…
Seyircinin nutku tutulmuş…
Tüm galaksi derin bir sessizlik içinde…
Corruption filmi, aslında seyirciye, iktidar ve güç gösterisinin metafiziği işte budur, diyor.
Megaville medyası; iktidara, güce tapınmaya ve gönüllü kulluğa övgüler düzüyor.
Konsey, tüm gezegende sahip olduğu iktidarının bu sınırsız gücünden sarhoş bir durumda gücüne güç, iktidarına iktidar katacak yeni bir “Gezegen İstihbarat” yasası hazırlıyor.
Servis grubu, filmin dramatik tansiyonun yükseldiği bu çatışmalı evresinde, beklenmedik bir çıkış ile Konseyi en tepeden vuruyor. Servis, Megaville gezegenindeki yolsuzluğun Konsey Başkanı’nın kendisinin ve oğlu tarafından yapıldığını gösteren bir gezegenler arası dinleme kaydını tüm galakside yayınlıyor.
Megaville yasalarına göre bir suç işlemiş olan ve yargılanması gereken Konsey Başkanı, bu hukuki sorunu yargı alanından siyasi alana çekiyor. Megaville Başkanı, bu işlenen suç ile halkı yönetme meşruluğunu prensip olarak yitirmesine rağmen, karşı bir siyasi atağa geçiyor: Bu kayıt bir montajdır, bir komplodur, diyor; seçim diyor, sandık diyor, Megaville Başkanı’yım diyor, tüm galaksinin iradesiyim, diyor…
Megaville’deki bütün ekranlardan naklen verilen Konsey grubunun toplantısındaki bir konuşmayla Konsey Başkanı, slogan seslerinin yükseldiği coşkulu bir atmosferde, tüm siyasi rakiplerine ve Megaville hukukuna meydan okuyor.
Sadece Megaville’de değil, tüm galakside iktidar benim, güç benim; Megaville’in ve galaksinin milli iradesi benim, seçim sandıkları dışında da, yargı dâhil hiç kimseye, hiçbir kuruma hesap vermem, diyor.
Seyirci, filminin bu dramatik gelişiminin temel karakteriyle mecburen özdeşleşerek, mizansenin epik atmosferinde garip bir estetik haz alarak, 2023 yılının Megaville gezegenindeki Konsey iktidarının ve sınırsız gücünün bu gövde gösterisini şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor.
Ve…
Galaksinin karanlık bir köşesindeki herhangi bir ekran karşısındaki koltuğunda, edilgin bir seyirci olmak yerine, bu göz kamaştıran iktidar ve sınırsız güç ile özdeşleşerek, ona gönüllü kulluk etmek, çak daha cazip bir hale geliyor. Filmdeki tüm yolsuzluklara rağmen…
Peki…
Öngörülenin tersine, neden bu paradoksal sonuca geliniyor?
Yani…
Neden galaksi seyircisinin bilincinde bir “aydınlanma”, tutumunda bir “sorgulama” , davranışında bir “isyan” yok?
Neden yolsuzluk mekanizmalarının “gerçeğini” ortaya koyan Corruption filmi, tam tersine bir iktidar ve sınırsız güç gösterisine, hukuka bir meydan okumaya dönüşüyor?
Neden iktidar ve güç gösterisi yapan bir film, adalet duygusuyla bir başkaldırı yerine, tüm Megaville’de gönüllü kulluklar yaratıyor?
Neden Megaville medyasının anketleri filmin temel karakteri olan Konsey iktidarının oy oranlarını koruduğunu gösteriyor?
Neden?
Bu çelişkili durumu doğuran nedir?
Bu paradoksal durum gün gibi ortadayken, neden kör bir ısrarla aynı tip senaryolar yazılıyor, aynı filmler çekilmek isteniyor?
Neden, şimdi de benim sıram geldi diyerek, Megaville Konseyi gibi, aynı tip parlamenter-temsili sistemle, aynı tip partilerle, aynı tip seçimlerle, aynı tip halka “bilinç” ve “hizmet” götürme edebiyatıyla oy avına çıkılıp, aynı tip iktidar ve güç gösterisi yapma sevdasıyla, aynı tarz bir “mili irade” masalıyla bu “ temsili politika sanatı” tekrar ediliyor bu galakside?
Neden?
Sorun nerede?
Sorun…
Evet…
Sorun, asıl işte bu “politika” anlayışının kendisinde ve bunun bir ayna gibi doğrudan topluma yansımasında…
Politikos ve Demokratia
Eşitlikçi ve özgürlükçü politikanın yeryüzündeki cazibesi ya da demokrasinin gücü…
Eleştirel sanat politikasında ve temsili politika sanatında olduğu gibi, sorun aslında bir aydınlatıcı/aydınlatan ya da yönetici/yönetilen sorunu değildir.
Yani…
Kim bilinçlendirecek?
Kim yönetecek?
Sorunu değildir…
Çünkü…
Politikanın sorunu; yeryüzünde egemenlik altındaki yaşamlarından, toplumdaki sömürülen pozisyonlarından dolayı “bilinçsiz” olduğu sanılan anonim vücutların, “kurtuluş-bilimi”nin ışığını elinde tuttuklarını iddia eden “öncü-kafalar” tarafından “bilinçlendirilmesi”, “uyandırılması” ve eğitilmesi değildir.
Politikanın sorunu; bilinçsiz ve eğitimsiz oldukları için, yeryüzündeki ve toplumdaki tahakküm ve sömürü altında olduklarının dahi farkına varamadığı sanılan anonim yığınların, bu kısır döngüden çıkabilmesi için, “kurtuluşu” ve “hizmeti” kendilerine meslek edindiğini iddia eden “çobanlar” ve “misyonerler” tarafından cennet beklentisiyle güdülerek, vaat edilmiş topraklara götürülmesi de değildir.
Politikanın sorunu; sadece bazı ayrıcalıklı “öncü-zihinlerin” ayırdına vardığını iddia ettikleri ya da Tanrı’nın bazı ayrıcalıklı kullarına vahiy yoluyla ilettiği gizli bir “gelecek” ve vaat edilen bir “cennet” formülünün hakikatine ulaşmak, yeryüzünde nasıl da böyle bir tahakküm altında yaşadığımızın, neden toplumsal ya da bireysel bir kurtuluş için isyan etmediğimizin ayrımına varabilmek için “aydınlanmak” hiç değildir.
Çünkü…
Eleştirel sanat politikasında ve temsili politika sanatındaki asıl sorun, “politika” anlayışının kendisindedir…
Yani…
Sorun; özgürleştireceğini ve kurtaracağını vaat ettiği halkı, kendi başına bir hiç olduğuna inandıran, bu inancı sonsuz bir şekilde tekrar edip, halkı bir mağduriyet konumuna hapsederek onun üzerinde egemenlik ilişkisi kuran ve sürdüren bir “politik” anlayışın paradoksundadır.
Çünkü…
Geniş anonim yığınların, sadece sosyolojik statülerinden ve yaşamdaki konumlarından dolayı eğitilecek cahiller, güdülecek sürüler, yönetilecek kitleler olduğunu sanıp; kendine de, bir “bilinç götürücü”, bir öncü, bir yönetici, bir kurtarıcı misyonu biçmek, sadece halk adına halk üzerinde egemenlik kurmaktan başka bir şey değildir. İnsanlığı bilinçlendirilecekler-yönetilecekler ve bilinçlendirenler-yönetenler olarak ikiye bölmek; halka bu kurmaca paylaşımı sürekli hatırlatıp, empoze ederek “öncülük” ve “yönetme” meşruluğu vaaz etmek, halk adına, halk için, ama halka rağmen, halk üzerinde kurulan egemenlik ilişkisini sonsuz ve sınırsız bir şekilde yeniden üretmektir.
Paradoks işte budur.
Bu nedenle…
Asıl sorun, insanı kurtarıcı bekleyen mağduriyet psikolojisi içinde felç eden bu paradokstan özgürleşmek ve enerjileri serbest bırakmaktır.
Yani…
Asıl sorun sadece şudur:
Kapitalin uluslararası entrikalarının, borsa oyunlarının, para avcılarının ve kölelik metafiziğinin bize dayattığı bu yaşamdan başka bir yaşamı hak ettiğimizi düşünüyor muyuz?
Sorun sadece budur:
Bize layık görülenden başka bir yaşam istiyor muyuz?
Bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor muyuz?
Bu kadar basit…
Evet…
Herhangi bir insan olarak, her insanın ortak kapasitesinde olan bir şey bu sadece…
Başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor ve bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşam istiyorsak, hiçbir “temsilciye”, “öncüye”, “çobana”, “misyonere”, “bilinçlenmeye”, “aydınlanmaya” ihtiyacımız yok demektir.
Zaten…
Kapitalin sömürüsünün ne olduğunu en iyi bilen, yine işçilerin kendileridir.
Topraksızlığın ne olduğunu en iyi bilen, yine köylülerin kendileridir.
Yoksulluğun, çaresizliğin ne olduğunu en iyi bilen, yine yoksulların kendileridir.
Köle metafiziğinin ne olduğunu en iyi bilen, yine kölelerin kendileridir.
Yolsuzluğun ne olduğunu en iyi bilen, yine halkın kendisidir.
Bu nedenle…
Sorun; “bilinçlendirme” ya da “hizmet” sevdasıyla gelen tüm öncülerin ve misyonerlerin kurduğu egemenlik ilişkisinden, eşit ve özgür herhangi bir insan olarak özgürleşebilmektir.
Çünkü…
Sadece eşit ve özgür herhangi bir insan olarak, bize dayatılan yaşamdan başka bir yaşama layık olduğumuzu düşünüyor ve başka bir yaşam istiyorsak önümüzde hemen bir yığın olasılıklar seçimi ve çalışma alanı açılıyor demektir.
Hemen şimdi…
Evet…
Eğer sadece bunu düşünüyor ve istiyorsak…
1830’lu yılların Saint-Simoncu işçi hareketleri tarihi hepimize her şeyi gösteriyor:
Proleterlerin geceleri var…
Sadece düşünmek ve istemek yeterlidir.
Proleterler, üretim/tüketim zamanının ve iş/uyku çarkının dışında bir yaşama layık olduklarını düşünüyorlar ve bunu gerçekleştirmek istiyorlar.
Gündüz çalışıp, geceleri özgürce toplanıp, politikadan edebiyata, felsefeden tiyatroya, okuyup, yazıp, basıp, yayınlayıp başka bir yaşam örgütlüyorlar. Bıraktıkları eserler ve yazılı arşivler üzerinde on yıl boyunca çalışan bir filozof, bu efsanevi özgürlük ve eşitlik serüvenini, bu kendilerine layık gördükleri insanca yaşamı tüm zorunlulukların ötesinde düşünen ve gerçekleştiren tarihsel deneyimi “Proleterlerin Gecesi” (Jacques Ranciere, La nuit des prolétaires, 1981) adlı bir kitapta bize örnek olarak güncelliyor.
1968 Ruhu ve Tout va bien (Her Şey Yolunda, Jean-Luc Godard, 1972) filmi gösteriyor:
Kolektif öznelliğin özgürleştirici ve yaratıcı gücü var…
2001 krizinden sonra Arjantin’de “işgal et ve yönet” fikriyle işçilerin kendi öz yönetiminde olan patronsuz 200 fabrika yaşatılıyor.
Kazova’lı işçilerin kendilerinin yönettiği patronsuz fabrikaları ve mağazaları var.
Greif Çuval işçilerinin, çalıştıkları fabrikayı işgal edip üretim/tüketim, çalışma/uyku zamanının çarkını kırarak, kendilerine zaman yaratıp, başka bir yaşama layık olduklarını düşünen, tartışan kolektif yaşam deneyimleri var.
Halkların; haksızlıklara hayır diyen vicdanı, adalet duygusu ve meydanları var.
Gezi Ruhu’nun gençleri ve parkları var.
Donkişotların kolektif maceraları ve mahalle evleri var.
Zapatistler’in ve tüm özgürlük-eşitlik savaşçılarının dağları var.
Tahrir var, Madrid var, Wall Street var…
Her yerde…
Her biçimde…
Kapitalin, para avcılarının, borsa oyunlarının sunduğu ve kölelik metafiziğinin dayattığı yaşamların dışında, bir yığın farklı yaşamlar yaratılıyor…
Belirsiz bir gelecekte ve bir başka dünyada vaat edilen bir cennette değil…
Hemen şimdi, burada, yeryüzünde…
Sadece özgür ve eşit herhangi bir insan olarak yeryüzünde başka bir yaşama layık olduğunu düşünen ve bunu isteyen insanların oluşturduğu özgür ve eşit ortak-yaşamlar bunlar…
Çünkü…
Başta Anadolu, Afrika ve Latin Amerika halkı olmak üzere, bütün dünya halkları kapitalin ve uluslararası şirketlerin bir yaşam hakkı olan suyu dahi nasıl da bir meta olarak alıp sattığını, bunun için yerel yönetimlerle her türlü rüşvet ve yolsuzluk ilişkisi içinde insanlığı en doğal hakkından yoksun bırakarak geri dönülemez ekolojik felaketlere doğru nasıl sürüklediğini çok iyi biliyor.
İnsanlar; suyuna ve kendi insanlığına sahip çıkmak için Costa Gavras’ın Kapital’ine, Martin Scorsese’in Para Avcısı’nın borsa oyunlarına, Steve McQueen’in Esaret’inin çaresizliğine, yolsuzluk içinde çürümüş Megaville Konseyi’ne, rüşvetçi şirketlere, işbirlikçi yerel yönetimlere ve Hes’lere hayır diyorlar.
İnsanlar; Gezi Ruhu ile ihale oligarşisinin dayattığı fikirsiz-ruhsuz betonarme toplum projelerine, ortak-yaşam alanlarının ve kaynakların yağmalanmasına “hayır”, diyerek; ağaçlarına, parklarına, meydanlarına, şehirlerine, ormanlarına ve yaşamlarına adalet duygusuyla sahip çıkıyorlar, dayatılandan farklı bir yaşam için kader birliği yapıyorlar.
Sadece…
Bir insan olarak, dayatılandan başka bir yaşama layık olduklarını düşünüyorlar ve başka bir yaşam istiyorlar.
Hemen şimdi, burada, yeryüzünde…
Başka bir estetik ile başka bir zaman-mekân, başka bir tarihsellik ve olay örgüsü kurguluyorlar.
Başka bir yaşam, başka bir dünya yaratıyorlar.
Yani…
Başka senaryolar yazıyorlar, başka filmlerle, başka mizansenler yapıyorlar.
Dayatılan ve mecbur bırakılan yaşamlardan başka yaşamları yaşıyorlar.
Deneysel…
Doğaçlama…
Barikatlarla…
Derme çatma…
Gençlerin ölümü, anaların parçalanan yürekleri pahasına…
Hukuk savaşlarıyla…
Gün be gün…
Düşe kalka…
Yerel…
Dağınık…
Ama…
Adalet duygusuyla…
Eşit ve özgür…
Herkese açık ve evrensel…
Bu nedenle de…
Çokluk içeriyorlar…
Yani…
Öznel olarak, sonsuz, sınırsız ve ölümsüzler…
Yani…
“Bilinçsiz halk” safsatasının, “öncülük rivayetleri”nin, “milli irade” masallarının, zorla dayatılan tek tip üniformaların, uygun adımlarla yerinde saymaların, hazırolda bekleyen gönüllü kullukların, linççi nefret söylemlerinin ve her türlü mağduriyet edebiyatının melankolisi dışında eşit ve özgür ortak-insanlıklar yaratılıyor…
Dayatılan yaşamlardan farklı yaşamlara layık olunduğu düşünülüyor ve “bilinçlenme” vaaz eden hiçbir “temsilciye” ihtiyaç duymadan başka ortak-yaşamlar kurgulanıyor…
Gelecekten emin olmadan…
Elde bir pusula bulunmadan…
Nereye gidildiği bilinmeden…
Ama…
Toplumun ve insanlığın ortak-kaderinin belirlenmesini oligarşik (azınlık) iktidarlara devretmeden…
Yeryüzündeki ortak-yaşamı Tarih’e ya da Tanrı’ya bırakmadan…
Anın zorunluluklarına inat…
Sadece eylemin, yeni olasılıklar, gelecek fikri ve kolektif öznellikler yarattığını düşünerek…
Kızlı-erkekli…
Şarkılı-sözlü…
Acılı-tatlılı…
Eğlenceli-yaslı…
Aç-tok…
Duygusal-düşünsel…
Genç ve yaşlı…
Dayatılanın dışında farklı ortak-yaşamlar, kolektif öznellikler ve kader birlikleri yaratılıyor.
Yani…
İnsana insanlığını hatırlatan, sadece düşünülen, istenilen, bir duygu ve bir fikirle yaşanan “herhangi” bir yaşam olarak…
Herhangi bir insanın kapasitesinde olan ve herkesle paylaşılabilen yaşamlar olarak…
Kısaca…
Burada…
Politikos kavramının antik Yunan’da ortaya çıkışının ifade ettiği hakikat olan:
“Nasıl bir ortak yaşam?
Ne tür bir kolektif öznellik?
Sorularına yanıt veren anlamda politika yapılıyor.
Çünkü…
Politika; kölelik ilişkilerinin mekanizmasını çözmüş, kapitalin, para avcılarının sömürü gizemini ve iktidarların yolsuzluk çarkını kavramış bir “bilinç” durumundan ya da bir sosyal-etnik grubun kölelik isyanından ötede bir şeyler ister.
Politika; üretim ve tüketim döngüsünün sosyolojisi ve egemenlik ilişkilerinin hiyerarşisi içinde herhangi bir olgusal pozisyonun savaşını vermek; şimdi de benim yönetme sıram geldi diyerek, tüketim ve iktidar aidiyetine ortak olmayı istemek ya da çaresizlik içindeki şizofrenik patlamalarla yıkıcı bir kopuş hedeflemek değildir.
Politika; her şeyden önce, üretim/tüketim zamanının ve egemenlik ilişkilerinin hiyerarşik- sosyolojik olarak belirlediği zorunluluklar çarkının dışında, farklı dünyaların karşılaştığı ve farklılıkların birbirlerine argümanlı bir şekilde hitap ettiği polemik bir kamusal ortak-alanın, tartışmalı bir ortak-sahnenin yaratılmasıdır.
Politika; aynı zamanda, herkesin birbirine hitap etmesini ve farklı dünyaların karşılaşmasını sağlayan bu ortak-alanda, kimin toplum ve insanlık adına söz söyleme hakkına ve kapasitesine sahip olup olmadığının, kimin bu ortak-sahnede yöneten ya da yönetilen, öncü ya da artçı, merkez ya da kenar olduğunun bizzat kendisinin de sahnelenip tartışıldığı, bir ortak-paydanın oluşturulmasıdır.
Yani…
Politika; farklı dünyaların karşılaştığı bu tartışmacı ortak-alanda, sadece kendi grubunun çıkarları için, belli bir statü ile kendi grubu adına konuşmak ve sadece kendi yandaş grubuna hitap etmek değildir.
Politika; üretim ve tüketim zamanının sosyolojik olarak belirlediği çarkın ve egemenlik ilişkilerinin dışında oluşturulan polemik ortak- sahnelerdeki farklı dünyaların karşılaşmasında, her türlü mevki ve pozisyonun dışında, sadece herhangi bir insan olarak, salt herhangi bir insanın ortak kapasitesini harekete geçirerek, yalnızca herhangi birisi adına, ama tüm insanlık için konuşmaktır ve ayrıcalıksız herkese, tüm insanlığa hitap etmektir.
İşte…
Bu ortak-insanlık ve ortak-yaşam kapasitesinin reel olarak icrasına da demokrasi denir.
Demokratia:
Demos’un, yani halkın, paradoksal bir şekilde sahip olduğu Kretein’in, yani fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücü ve kapasitesinin icrasıdır.
Çünkü…
Demos; toplum ve insanlık adına söz söylemek için (doğuştan ya da sonradan sahip olunan) hiçbir ayrıcalığı, etiketi, apoleti, statüsü, mevkii ve uzman bilgisi olmayan; ama yine de eşit ve özgür herhangi bir insan olarak toplumun ve insanlığın kaderi hakkında fikir belirtme, karar alma ve yönetme (Kretein) sürecine katılmaya hakkı ve kapasitesi olan demektir.
Bu nedenle…
Demos’un (halkın) Kretein’i (fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücü), hiçbir uzman bilgi, hiçbir maddi veri, hiçbir statü üzerinde yükselmeyen, paradoksal bir reel güçtür.
Her hangi bir insanın, sadece herhangi bir konuşan insan olmasında bulunan bir ortak-insanlık kapasitesidir.
Sonsuz ve sınırsız bir şekilde, her zaman aktive edilen görünmez, maddesiz bir enerji gibidir…
Bu nedenle…
Varlığı yok sayıldığında, gücü görmezden gelindiğinde de elektrik gibi çarpar…
Gezi Ruhu gibi…
68 Ruhu gibi…
Bu demektir ki…
Demokrasi; ne parlamenter-temsili sistemin şekillendirdiği belli bir hükümet biçimidir; ne de seçilen/seçen ayrımının hiyerarşisiyle belirlenen oligarşik (azınlık) bir yönetim sisteminin, bir “milli irade”nin ifadesi olduğu safsatasıyla halkın yönetme kapasitesinin (Kretein) gasp edilmesidir.
Temsili-parlamenter sistem, hem prensip olarak, hem de tarihsel gerçeklik olarak demokrasinin tersidir. Demokratia, antik Yunan’da ortaya çıktığında, hiçbir özel etikete sahip olmayan tüm özgür yurttaşların ortak yönetme kapasitesinin eşitliği üzerinde kurulmuştur.
Yöneticileri belirleme sistemi de, Atina’da uygulandığı gibi, kura çekmektir.
Bunun nedeni de, sadece herhangi bir insan olarak herkesin eşit olarak yönetme kapasitesine sahip olduğu prensibidir. Bu nedenle, kura çekimi, iktidar tutkusuyla ve güç gösterisiyle yanıp tutuşanların devlet yönetimini ele geçirmesini engeller.
Oysa…
Temsili-parlamenter sistem, prensip olarak tüm halkın yönetme kapasitesini gasp eden bir azınlık (oligarşi) iktidarıdır.
Yani…
Temsili-parlamenter sistemin, yönetici bir azınlıktan oluşan oligarşik bir işleyişi vardır.
Temsili-parlamenter sistemde, devleti yöneten azınlık iktidarı, halkı temsil etmek yerine, tam tersine halkın kendisinin üzerinde bir yönetim otoritesini ve iktidar gücünü temsil eder. Yönetimin bu oligarşik otoritesi ve güç gösterisi de, seçilmişlik, milli irade, mevki, bilgi, uzmanlık, danışmanlık, atanmışlık gibi devlet yönetiminde ayrıcalık ve meşruluk yarattığı sanılan özellikler üzerine kurulur.
Bu da temelde seçimlerle gerçekleştirilir.
Temsili sistemdeki seçimler; bir yandan, Demos’un (halkın) düşünme, karar verme ve kolektif davranma kapasitesini bir “temsilciler sınıfına” devretmesi, sonra da kendi oylarıyla yarattığı iktidar otoritesi karşısında boyun eğip, susmasıdır.
Temsili sistemdeki seçimler; diğer yandan, Demos’un elinden Kretein’i (düşünme, fikir belirtme, karar alma ve yönetime katılma gücünü) “milli iradeyi” temsil etme masalıyla yönetme ayrıcalığına sahip olduğunu iddia eden “temsilciler” tarafından gasp edilmesidir…
Temsili sistemdeki seçimler, işte bu yönetme kapasitesinden “vazgeçme” ve “gasp etme” dinamiğinin karşılaştığı bir “meşrulaştırma” mekanizmadır.
Oysa…
Demokrasi, hem prensip hem de tarihsel gerçeklik olarak, “temsilciler” seçme ve sonra susup oturma sistemi değildir.
Demokrasi, hiçbir ayrıcalığı olmayan herhangi bir insan olarak herkesin fikir belirtme, karar verme ve yönetebilme kapasitesidir.
Platon’dan beri egemenler için skandal yaratan ve zapturapt altına alınmak istenen de, işte bu an-arşik** (an-archie, ayrıcalıksız-hiyerarşisiz) durumdur.
Oysa politika, demokrasinin bu orijin eşitlik-özgürlük skandalını üstlenmek, icra etmek ve her daim bunun sağlamasını yapmaktır.
Yani…
Eşitlik ve özgürlük prensibiyle tüm “temsilciler” hiyerarşisinin ayrıcalığını algıda, duyguda ve davranışta yıkmaktır.
Ve…
Herkesin, sadece herhangi bir insan olarak tüm toplum ve insanlık adına konuşma, karar alma ve yönetme sürecine katıldığı kolektif yaşamlar ve kolektif öznellikler yaratmaktır.
Sanatın politikası da, işte bunun mizansenini yapabilmektir.
Tout va bien filmi gibi…
Çünkü…
Politikanın temeli zaten estetiktir (duyusaldır).
Ama bu…
Kapital ve Para Avcısı gibi cezbedici negatif saptamalar ve 12 Yıllık Esaret gibi mağduriyet duygusunu tescil etmek değildir…
Etiketlerin, apoletlerin, statülerin, mevkilerin, pozisyonların, her türden kimliklerin ve piyasada dolaşan temelsiz tekerlemelerin tescilini ve tekrarını yapmak hiç değildir.
Politika ve sanatın politikası; hissedilen ve paylaşılan hiyerarşik uzlaşımın ve her türden egemenlik ilişkilerinin algısını yıkarak, yaratılan ortak-sahnelerde eşitliğin ve özgürlüğün sağlamasını yapan farklı duyarlılıklar yaratabilmektir.
Yaşamlarda ve ekranlarda…
Tüm düşünsel ve duyusal galaksimizde…
27.02.2014
*Klasik anlatının bu özel sistemi, özellikle de “özdeşleşme” mekanizmaları ve seyirci üzerindeki etkileri detaylı bir şekilde Hollywood Sinema (Metin Gönen, 2006) adlı kitapta incelenmiştir.
**Arche, etimolojik olarak, başlangıç, orijin, ilk olan demektir. Arche, bu bir ilk, bir orijin, bir neden olma ayrıcalığıyla bir başlangıcı ifade etmesi açısından, aynı zamanda da, belirleyici, kumanda edici, yönlendirici olma anlamına gelir. Bu nedenle, An-Arche, yani Batı dillerine girdiği şekliyle an-archie/an-arşi (anarchie/anarşi), orijin olarak başlangıç nedeni olmama ve yönetme ayrıcalığına sahip olmama demektir.
Bu çerçevede, demokrasi (demokratia); herkesin eşit ve özgür olduğu, yani hiç kimsenin doğal ve orijin olarak daha başlangıçta herhangi bir özellikten dolayı bir yönetme ayrıcalığına sahip olmadığı bir “anarşi” durumudur.
İşte bu nedenle, demokraside, yani herkesin başlangıçta eşit ve özgür olduğu bu ayrıcalıksız-hiyerarşisiz anarşive kaos durumunda, ikna temelinde argümanlı fikir tartışması, ortak karar alma, ortak davranış ve kolektif eylem yaratma süreci yaşanır.
Politika (politikos); eşit ve özgür bireylerle kolektif eylem, ortak-yaşam, ortak-öznellik ve kader birliği yaratmak için öncelikle demokrasinin bu ayrıcalıksız-hiyerarşisiz anarşi (an-archie) durumunu üstlenmek ve bunun her daim sağlamasını yapmak zorundadır.
İşte bu nedenle, politika, uzlaşım ve gönüllü kulluk içinde iktidar olma, tahakküm kurma ya da iktidarlara itaat etme sanatı değil; tersine, farklı dünyaların eşit, özgür ve tartışmalı karşılaşmalarından ortak-sahneler, kolektif öznellikler, ortak-insanlıklar ve ortak-yaşamlar yaratabilme sanatıdır.
Gezi Hareketi gibi…