Entre Les Murs (Sınıf) Filmi, Eğitim ve Gençlik Metafiziği

Entre les murs (Sınıf), sadece eğitim üzerine değil, aynı zamanda gençliğin paradoksal doğası üzerine kafa yoran bir film. Her zaman, her yerde belli kalıplar içinde gençlikten konuşulur. Genel olarak gençlik; giyim kuşam, sorumsuzluk, otoriteyle çatışma, vs. konularında eleştirilir. Ama sonuçta “gençliktir”, denilir ve hoş görülür.

Entre les murs filmi de benzer konularda gençliği değerlendirir; genç öğrencilerle Fransızca öğretmeni François ve okul idaresi arasındaki temel çatışmayı ele alır. Filmin sonunda, bu çatışma, öğretmenlerin ve öğrencilerin hep birlikte okul bahçesinde oynadıkları futbol maçının kaynaştırıcı havasında biter. Senaryo düzeyinde, gençliğin okul yönetimi ve öğretmenler tarafından hoş görüldüğü, yani “gençlik işte” denilmesi tarzında uzlaşımcı bir sondur bu.

Oysa…

Filmin sinematografik düşüncesi bu değildir. Film; bir eğitim yılı boyunca özünde hiyerarşi/eşitlik, otorite/özgürlük çatışmasının yaşandığı o fırtınalı sınıfın boşalmış ve sandalyeleri devrilmiş görüntüleriyle bitmektedir. Film, ses bandından bir dış-ses şeklinde duyurulan futbol maçının sembolik kaynaşmacı finalini önermektedir; ama aynı zamanda film, görüntü olarak, boş bir sınıfın burukluğunda başa dönücü, yaşananları yeniden hatırlatıcı, düşünmeye davet edici ve sorgulayıcı bir derinlikle sona ermektedir.

Çekimlere başlamadan önce, bir eğitim yılı boyunca aynı sınıfta, aynı öğrenciler ve aynı öğretmenle provalar yapmış bir yönetmenin seçeceği rastgele bir sonuç değildir bu. Çünkü filmin, bir sonraki eğitim yılında yeniden gençlerle dolacak, canlanacak ve muhtemelen aynı çatışmaların tekrar yaşanacağı boş bir sınıfın bu dokunaklı görüntüleriyle sorduğu önemli bir soru vardır. Herkesi film boyunca yaşadıklarını yeniden düşünmeye davet eden temel bir sorudur bu:

Acaba gençlik, insanın toplumsal kuralları içselleştirerek tekrarlamaya başlaması için yaşanması gereken zorunlu bir evre midir?

Yani…

Gençlik, toplumun bir tekrarlama makinesi olmak için kendi kendini gerçekleştirme süreci midir ve bunun eğitimle bir ilgisi var mıdır?

Entre les murs (Laurent Cantet, 2008)
Entre les murs (Laurent Cantet, 2008)

Yoksa…

Gençlik, toplumun tekrarlama makinesi haline gelmeden önceki ayrıcalıklı bir başkaldırı anı mıdır ve bunun eğitimle bir ilgisi var mıdır?

Sınıf Filmi - Paradoks Dergi -Metin Gönen

Fransızca öğretmeni François’nın sınıfındaki genç öğrenciler, öğretmen otoritesine karşı çıkmaktadırlar. Ders kurallarını içselleştirip, bunları bir sorumluluk ve içsel disiplin olarak uygulamada direnç göstermektedirler. Söz düellosuyla tansiyonun yükseldiği anlarda da alttan gelen kör bir enerjinin dışa vurumu gibi ders düzenini alt üst edecek tarzda kontrolsüz taşkınlıklar yapmaktadırlar.

Süleyman, sınıfta böyle hızını gittikçe arttıran bir fırtına anında öğretmenine karşı gelir. Bu taşkınlık anında arkadaşının kaşının kazayla yarılmasına neden olur. Bu dizginlenemeyen öfke sonucu dersi kendi başına, öğretmeninden izin almadan terk eder. Bütün bunlar için müdür odasına götürülür. Disiplin kuruluna verilir. Okuldan atılır.

Bu durum, sosyolojik kalıplarla değerlendirilebilir. Süleyman zor durumda olan yabancı etnik kökenli ve yoksul bir ailenin sorunlu gencidir, denilebilir.

Ya da…

Aynı durum, psikolojik semptomlar açısından ele alınabilir. Klinik olarak sorunlu bir ailenin şiddet içeren ortamında yetişmiş olan bir gençten, bu maruz kaldığı aynı şiddeti tekrarlamasından başka bir şey beklenemez, diyerek kestirilip atılabilir.

Ama…

Entre les murs filmi, bize böyle kestirme saptamalarla varılan klişe sonuçlar sunmamaktadır. Film, sosyolojik saptamalar yapmak için okulun dışına çıkmaz. Film, klinik yaklaşımlarla psikolojik temelli davranış bozukluklarından falan da söz etmez.

Tersine…

Disiplin Kurulu’ndaki toplantı için okula gelen Süleyman’ın annesi, hiç Fransızca bilmemesine rağmen, seyircinin hayranlığını kazanacak onurlu bir tutum sergiler. Disiplin Kurulu önünde kendi dilinde konuşarak her anne gibi oğlunu samimiyetle savunur; onun adına özür diler ve çocuğunun eğitime devam etmesi için ricada bulunur. Kararı sükûnetle bekler…

Süleyman, sınıfta kendini dizginleyemeyen bu “taşkın” genç; kendi kaderine karar verildiği bir Disiplin Kurulu toplantısını, bir yandan Fransızca bilmeyen annesine, diğer yandan kendi dillerini bilmeyen öğretmenlere sakince yine kendisi tercüme eder.

Anne, oğlunun okuldan atıldığı kararı kendisine aktarıldığında, bu trajediyi tüm soyluluğuyla karşılar. Hüzünlü gözlerle kararı veren kurul üyelerine ve kameraya (seyirciye) bakar; başı dimdik “Hoşçakalın”, diyerek çocuğuyla birlikte uygarca toplantıyı terk eder.

Onurlu bir anne, okuldan atılan genç oğluyla birlikte felaketi omuzlayarak yan yana sessiz bir bilgelik içinde yürürler; bomboş okul bahçesini boydan boya geçerek dışarıya çıkarlar. Bu mesafeli ve dengeli sinemasal duruşuyla film; okulun içinde kalarak, bu uzun ve trajik yürüyüşe arkadan karmaşık duygularla bakakalan seyircilere şunu açıkça vurgular:

Burada her türlü sosyolojik-etnik ve psikolojik saptama askıya alınmıştır.

Çünkü…

Filmin odaklandığı ve sinematografik olarak düşünmek istediği konu, sosyal-psikolojik ya da etnik kaynaklı zorluklar içinde olan eğitimsiz aileler ve mağdur çocukları değildir.

Tersine…

Filmin odaklanıp düşündüğü, eğitim alma yaşında olan gençliğin kendisi ve onun eğitim ile olan ilişkisidir.

Yani…

Filmin üzerinde kafa yormak istediği, bir yaşam dönemi olarak, bir var oluş evresi olarak gençliğin kendisidir.

Filmin ilgilendiği sosyal olarak henüz bir tekrarlama makinesi haline gelmemiş olan gençliktir.  Bir var oluş dönemi olarak, tekrar alışkanlığı yerine, yeni bir şeylere başlama kapasitesinin olup olmadığı sorgulanan bir evre olarak gençliktir filmin özde ilgilendiği.

Yani…

Düşünülmesi oldukça zor olan paradoksal bir “karışım dönemi” olarak gençliğin metafiziğidir burada ele alınan.

Film ilk aşamada bu çerçevede bildik-tanıdık genel saptamalar yapıyor.

Gençlik döneminde ilginç bir biçimde giyiniliyor.

Bir öğrencinin koluna kutsal kitap dövmesi yapması gibi, gençlik yaşamında dikkat çekici belli örneklere imza atılıyor.

Birçok öğrencinin sınıfta yaptığı gibi, gençler belli durumlarda çok çabuk sinirleniyor.

Süleyman’ın yaptığı gibi, gençler aniden, önüne geçilemeyen ve anlaşılamayan bir şiddet gösterebiliyor…

Film, her zaman ve her yerde olduğu gibi, genelde gençlerden beklenen davranışlardır bunlar, diyor.

Fransızca dersinde, argümanlı savunma ve ikna çalışmasında bir genç tahtaya kalkıyor ve neden falanca takımı tuttuğunu yerinde duramayan bir enerjiyle temellendirmeye çalışıyor. Bir takıma, bir gruba, bir taraftar kitlesine ait olmanın, kendisini diğerlerinden farklı kıldığını savunuyor.

Bir başka genç aynı heyecanlı tutum, aynı argümanlar ve aynı enerjiyle, ama farklı bir takım taraftarı olarak buna karşı çıkıyor…

Konu değişiyor.

Başka bir genç geliyor; kendisinin neden herkesten farklı giyindiğini kendi argümanlarıyla temellendirerek sınıfı ikna etmeye çalışıyor. Kısaca “Farklı olmak için, diğerleri gibi koyun sürüsü olmamak için böyle giyiniyorum”, diyor genç öğrenci kendinden emin bir tavırla.

“Ama herkes farklı olmak istiyor, o zaman ne olacak?” diye bir karşı argüman sunuyor François.

Film, bu yüksek tansiyonlu argüman savaşında öncelikle şu saptamayı yapıyor:

Gençlik, farklı olduğuna inanarak, aslında herkesin yaptığını yapma evresidir.

Ama…

Her genç kuşağın, her gencin kendine özgü bir tekrarlama versiyonu var.

Sonuçta…

Gençlerin başkalarından “farklılığını gösterme” isteği, aslında başkalarına benzemekten ibaret oluyor.

Çünkü…

Aynı şekilde, başkaları da farklı olmak istemektedirler.

Öyleyse…

Herkes farklı olmak istediğinden, varılan yer sonuçta herkesin aynı olmak zorunda oluşu değil midir?

Burada, tahtaya kalkıp, farklı giyinmesini “diğerleri gibi koyun sürüsü olmamak için”, diye temellendiren gencin argümanı; François’nın vurgulamak istediği gibi geriye gencin kendisine dönüyor, yani gençliğin kendisinin genelde bir “koyun sürüsü” olma özelliğini vurguluyor.

Bu çıkarımsama, François’nın ve filmin kendisinin gençlik eleştirisi değil tabii ki.

Bu sadece bir durum saptanması; çünkü bu durum, genel olarak gençliğin paradoksal özelliğini yansıtıyor. Gençliğin, bir yönüyle, belli bir modayı takip etmekten bir takımı tutmaya piyasada dolaşan genel kanıları paylaşmaya kadar bir tekrar mekanizması oluşunu yansıtıyor. Gençliğin bu öykünmeci ve tekrarcı tarafı, her zaman ve her yerde mevcuttur.

Ama…

Filmin temel fikri, gençliğin bu tek yanlı özelliğini saptamak değil sadece. Film, dramatik (eylemsel) gelişimi içinde gençliğin başka bir temel özelliğine de vurgu yaparak, onun paradoksal doğasının derinliğine iniyor aynı zamanda.

Ancak…

Bu ilk saptamayla ilgili sorulacak sorular şunlar.

Gençlik; ailede, okulda ve toplumda sağlam bir tekrarlama terbiyesi alıp akıllı uslu bir birey, bilinçli bir tekrar makinesi olmak mıdır?

Yoksa…

Gençlik; bu tekrarlama terbiyesinin henüz tam olarak tamamlanmadığı istikrarsızlık evresinden yararlanıp en azından belli bir noktada yeni bir şeyler yapabilmeye başlayabilmek midir?

Yani aslında…

Gençlik, toplumu tekrarlamak mı, yoksa yeni bir şeye başlamak mı şeklindeki temel bir seçimin yapılmak durumunda olduğu bir istikrarsızlık evresi değil midir?

İşte…

Gerçekte gençliğin metafiziği, bu paradoksun kendisi değil mi?

Paradoksun bir yönü şu:

Bir yanda, mademki toplumsal tekrardan başka bir şey yok, öyleyse rolleri oynayalım, deyip kendini toplumsal ve kurumsal tekrarlamanın en aktif araçlarından biri haline getirmek var.

Yani…

“Koyun sürüsünün” içinde kendini “kurt” sanarak, bilinçli bir şekilde tekrar mekanizmasının rolünü oynamak var…

Nietzsche’nin her türlü aşkın değerlerin öldüğünü bilen, ama hiçbir şey yaratmaya da girişmeyen, sıcak ve konforlu evinde uygarlığın başına çorap ören nihilist “son insan”ı gibi ukala bir tekrarcı olmak var…

Televizyondaki reklamda ne diye bağırıyor bir sevgili komedyenimiz:

Sonbaharda gençlik nereye gider?

Sonra bu çağırtkan sesin neden sakinleştiğini ve tatmin olduğunu nasıl anlıyoruz?

“Gençlik, alışverişe gider. Gençlik, sinemaya gider. Gençlik, Mc Donalds’a gider…”

Vaziyet berkemal, tekrar mekanizması yerli yerinde…

Reklamdaki gençliğin sıkılması normal tabi ki!

Paradoksun diğer yönü de şu:

Bir yandan da, gençlik olarak yeni bir şeylere başlamanın en yüksek kapasitesine ulaşabilmenin evresi olmak var.

Yeni bir şeylere başlama arzusuyla yanıp tutuşmak; toplumda var olandan, tekrar edilenden başka bir şey sunma enerjisiyle dolup taşmak var.

68 Mayıs gençliği ne diyordu: “Biz, annelerimiz ve babalarımız gibi, bu sistemin yöneticileri ve işçileri olmak istemiyoruz. Biz, bu sistemi tekrar etmek istemiyoruz. Başka bir şeye başlıyoruz.”

68 gençliği nereye gidiyordu bu güneşli Mayıs günlerinde?

İşçilerle el sıkışmaya. Köylülerle dayanışmaya. Aydınlarla tartışmaya…

Gitarları ve aşklarıyla, özgürlük fikirleri ve şarkılarıyla, tüm insanlık ve dünya adına kamusal alanda söz söylemeye…

Farklı bir zaman ve mekânda yeni bir şeylere başlamaya…

Ortalık François’nın sınıfı gibi karışıyor tabi ki…

Peki…

Nedir Mayıs 68 gençlik hareketinin  ruhu?

Tüm dönemlerin genç kuşaklarının kapasitesi dâhilinde olan bir öznellik anı olarak yeni bir şeylere özgürce başlayabilme kapasitesidir.

Kendini biyolojik-sosyolojik olarak ayrıcalıklı bir kuşak ilan edenlerin nostaljik ve narsist ritüellerin, üstenci söylemlerinin tekrarları değil.

Arap Baharı’nda ne diyor Tunus gençliği meydanlarda?

Otuz yıllık diktatörlük rejimlerinin tekrarını artık istemiyoruz!

Ne yapıyor Tunus gençliği meydanlarda?

Antik Yunan’ın direkt demokrasisini yeniden yaratıyor; hiçbir temsilci, şef ve hiyerarşik yapı olmaksızın sokak meclislerinde doğrudan tartışıyor, karar alıyor ve kolektif olarak uyguluyor.

Ne diyor Mısır gençliği Tahrir meydanında?

Degage!

Eşitlik, özgürlük ve demokrasi!

Ne yapıyor artık diktatörlük istemeyen eşitlikçi, özgürlükçü Müslüman gençlik Tahrir meydanında?

Kolektif eylemin evrenselliğinde tekil farklılıkları öznel olarak aşıyor; özgürlükçü, eşitlikçi Hıristiyan gençliğin meydandaki dini ibadetini kendisi koruyor!

Ne diyor Madrid meydanlardaki Indignados Espagnol gençliği, bu İspanyol Baharında?

Democratia real, Ya!

Gerçek demokrasi, hemen şimdi!

Sadece dört yılda bir seçimler için oy kullanmak istemiyoruz. Toplumun ve insanlığın kaderini belirleme sürecinde her zaman söz söyleyebilme eşitliği ve özgürlüğü istiyoruz.

Ne yapıyor Tunus’tan, Mısır’dan, İspanya’dan esinlenen Amerikan gençliği?

Occupy Wall Street fikriyle, Tompkins Square Park’ta doğrudan demokrasinin icrası olan genel halk meclisini topluyor; aldığı kolektif kararla Zuccotti Park’a yerleşip krizden sorumlu olan bankaların haksız kazançlarının adil bir şekilde geri dağıtılmasını istiyor.

Ne diyor komşumuz Yunan gençliği bugün?

Durun, bu bir adaletsizliktir! Polis, 16 yaşındaki bir genci vuramaz!

Alışveriş merkezlerine, Mc Donalds yerine, nereye gidiyor arkadaşlarını kaybeden bu gençlik?

Adalet istemek için sorumlu polis karakolunun önüne…

Ne diyor Türkiyeli gençlik, bu Türkiye Baharı’nda?

“Daha fazla yasak, daha fazla kışla, daha fazla AVM istemiyoruz.”

İstediğimiz sadece gerçek demokrasi, hemen şimdi, diyor.

İstediğimiz daha fazla ortak-özgür alanlar, daha fazla Gezi Parkları, diyor.

Nereye gidiyor gençlik, fikrini belirtmek, demokratik sözünü söylemek için?

Gezi Parkı’na, iş makineleri karşısında sadece ağaçlara sarılmaya, tüm topluma demokrasinin ne olduğunu göstermeye.

Toplumun ortak kaderini ilgilendiren tüm konularda her yurttaşın söz söyleme hakkı olduğunu söylemeye.

İnsanlığı ilgilendiren tüm ortak kararlara sadece bir insan olarak herkesin katılma hakkı olduğunu anlatmaya.

Gezi Parkı tüm yurttaşlar olarak hepimizindir, demeye…

Ağaçlara sarılarak demokrasiye, şehrine, özgür-ortak alanlara ve kendi yurttaşlığına, kendi insanlığına sahip çıkmaya…

Ancak…

Gençlikteki bu yeni bir şeylere başlama kapasitesinin icrası her zaman kolay olmuyor. Bunun zor oluşunun nedeni, gençliğin iki farklı yönün de aynı anda bulunmasının sonucu. Zorluk, tekrarlama mekanizmasının ve yeni bir şeylere başlama kapasitesinin, gençlikte birbiriyle iç içe ve aynı anda bulunmasında yatıyor.

Yani…

Genel olarak gençliğin paradoksu şu: Bir şeylere başlama arzusunun yönlendirdiği yer, tam da tüm tekrar mekanizmalarının başarıyla gerçekleştiği yer aynı zamanda.

İşte bu sihirbazlığın başarılmasına da “eğitim” deniyor.

Tabii ki, burada söz konusu olan özgürleştirici bir eğitim değil.

Tersine…

Aptallaştırıcı bir eğitim.

Yani…

Öğrencinin hem iradesinin, hem de zekâsının öğretmenin iradesi ve zekâsına boyun eğerek her şeyi olduğu gibi ezberlediği ve tekrarladığı bir eğitim. Bu aptallaştırıcı eğitimin amacı ise, gençliğin bir şeylere başlama arzusunu ince bir biçimde bir tekrar mekanizmasına dönüştürmek. Tekrarı, tam da gençliğin bir şeylere başlama arzusunun olduğu yerden geçirmek. Bu anlamda gençliğin sadece bir tekrar mekanizması haline gelmesiyle aptallaştırıcı eğitim doğrudan ilişkili.

Entre les murs filminin teknoloji öğretmeni gençlere tam da böyle bakıyor. Öğretmen olarak, sadece pozitif bilgilerini aktarmayı; öğrencilerin de bu bilgileri, hiçbir entelektüel özgürleşme hedeflemeden, olduğu gibi almalarını, depolamalarını ve tekrar etmelerini istiyor. Bu tarz bir eğitimin de kendisi tarafından yapılan, ama takdir görmeyen bir fedakârlık olarak değerlendirip, kıymet bilmeyen gençlere kin duyuyor.

Oysa…

Özgürleştirici eğitim; istisnasız her gencin, bir şeylere başlama kapasitesi olduğu hipotezini yapan ve bu insani kapasiteleri açığa çıkarmaya çalışan bir eğitimdir. Özgürleştirici eğitim, bu hipotez doğrultusunda gençliğin yaratıcı kapasitelerinin farkında olmasını ve özgürce kullanmasını hedefleyen bir eğitimdir. Özgürleştirici eğitim, ister sosyal sınırlılıklar ve maddi olanaksızlıklarla kuşatılmış olsun; ister en güçlü bir tekrar mekanizmasının içinde olunsun; istisnasız her gencin, karşı konulmayacak tarzda, bir şeylere başlama kapasitesi olduğunu prensip olarak kabul eden eğitimdir.

Entre les murs filminin Fransızca öğretmeni François, bu prensiple sınıfında kaos yaşanması riskine rağmen, eşitlikçi bir demokratik ortam yaratıyor; gençlerin zekâlarını özgürce kullanarak kendi kapasitelerinin farkına varmaları için çabalıyor.

Hem de kendi öğretmenlik otoritesini kendisi kırarak sınıfta bir kargaşa ortamı oluşması riskini göze alarak bunu yapıyor…

Kompozisyon yazamayan, diğerleri gibi kendini yazılı olarak anlatamayan Süleyman, François’nın bu özgürleştirici tutumu karşısında, bu kez fotoğraflarla kendi portresini anlatmayı deniyor ve görsel alanda yaratıcı bir yeteneğinin olduğunu keşfediyor. Bundan hem kendisi sevinç duyuyor, hem de sınıfta bu sergilenen fotoğrafların yarattığı pozitif enerji etrafında farklı bir kolektif hava esiyor.

İşte…

Dünyanın her yerinde çalınan müzik, söylenen şarkı ne olursa olsun, temelde gençlik paradoksu bundan ibaret değil mi?

Ya…

Aptallaştırıcı bir eğitimle tekrarlama mekanizmasının aktif bir biçimi haline gelmek.

Ya da…

Özgürleştirici bir eğitimle tekrarı durdurmanın ve yeni bir şeylere başlamanın ayrıcalıklı evresi olabilmek.

Çünkü…

Gençlik; tekrar yolunun mu, yoksa başlama arzusunun mu ağır basacağı bir türlü kestirilemeyen, paradoks içindeki bir özne olarak karşımıza çıkmakta her zaman.

Herkeste, her zaman bulunan bu paradoksal özellik, gençlikte çok daha belirgin.

Çünkü…

Gençlikte tekrar mekanizması henüz tamamlanmış ve oturmuş değil.

Bu durumda, özgürleştirici eğitim, şu anlama geliyor:

En azından belli bir noktada, tekrar etmeyi durdurmak ve bir şeylere başlama kapasitesini bulup, onu aktif duruma getirmek.

Süleyman’ın fotoğraf sanatıyla kendi yaratıcı potansiyelini keşfettiği gibi; her şeye tepki ve şiddetle karşılık veren bir genç, bu mekanik tekrarı durdurabilir ve sınıfın kolektif yaşamında bireysel bir yaratıcılıkla yer almayı başarabilir.

Çünkü…

Özgürleştirici eğitim, kim olursa olsun, ayrım yapmadan her gencin kendi başlama yetilerini keşfetmesini sağlamaktan ibaret.

Evrensel bir seslenişle her gençte var olan insani kapasiteleri harekete geçirmekten ibaret sadece; başlanacak olan şeyin kendisini hazır olarak öğrencilere aktarmak değil.

Peki, neden filmin sonunda yaşlı Sokrates sahneye çıkıyor?

Neden gençlik ve eğitimin paradoksal doğaları ve ilişkileri üzerine düşünen bir filmin çalkantılı sınıfında dersler Sokrates’in son sözü söylemesiyle bitiyor?

Fransızca öğretmeni François’nın bir filozof tavrıyla, Sokrates rolüne soyunarak modern bir okulun sınıfını Antik Yunan’ın Agora’sına çevirmesi nedeniyle mi?

Tabii ki, değil.

Çünkü…

Sokrates’i sınıfa davet eden, François değil; tersine, kendisine bu öğretmen tarafından “sokak yosması” denilen bir genç kız.

“Bir sokak yosmasının okuyacağı kitap değil dimi, Bayım” diyerek hem Sokrates’i hem de onun ironili sitilini davet ederek derslere son noktayı koyan, bir öğrenci genç.

Öğretmen François değil.

Peki, ama 2500 yıl sonra, sonbaharda alışverişe, sinemaya ve Mc Donalds’a giden günümüz gençliğine Sokrates’in ve felsefenin söyleyeceği ne olabilir ki?

Aynı şey.

Evet, aynı şey…

2500 yıl önce söylediği aynı şey.

Çünkü…

Eğer dikkat edilirse, Sokrates’in yaptığı tek şey, gençlere sadece şunu sormaktı:

Sevgili gençler, ne durumdasınız?

Şu an neyi tekrar etmektesiniz?

Neye başlamaktasınız?

Evet, Sokrates’in özünde sorduğu şey buydu.

Ne düşünüyorsunuz? Ah! Öylemi… Harika bir şey, ama ne yazık ki bir öykünmeden, bir tekrardan ibaret, diyordu.

Anneyi, babayı, öğretmeni, piyasada dolaşan kanıları, alışkanlıkları, toplumu tekrar ediyorsunuz, diyordu.

Evet…

Sokrates’in yaptığı, önce konuştuğu gençlerle aslında sadece var olanı tekrar etmekle yetindiklerini o ünlü diyalektik diyaloglar yöntemiyle göstermek; ardından da bu tekrarı durdurmalarını sağlamaya çalışmaktan ibaretti.

Gençliğin paradoksal doğasındaki, tekrar etme bölümüyle başlama kapasitesini ifade eden bölümü birbirinden ayırmayı denemekti.

Bu nedenle Sokrates’i “gençliği bozmakla”, yani baştan çıkarmakla suçladılar.

Peki, neden felsefenin bu netleştirme eylemini “gençliği bozmak” olarak adlandırdılar?

Çünkü Sokrates’i suçlayanlar özünde tekrarın bekçileriydiler de ondan.

Gençliğin bilincindeki ikilem her zaman belirsiz bir durumda olmalıydı ve sürekli biri diğerine farkına varılmayacak şekilde kaymalıydı.

Gençlik; tekrarlamayı, yeni bir şeylere başlama arzusunun bulunduğu yerde gerçekleştiren bir evre olmalıydı.

Bütün bunları biz eğitimciler çok iyi biliriz; gençliği her zaman baskı altına almak çok olumlu değildir.

Sürekli, “tekrar et!” demek belli bir noktadan sonra tehlikeli olabilir.

Gençlik, “Yeter!” diyebilir.

Gençlik her zaman İlkbaharda alışverişe, kışın sinemaya ya da Mc Donalds’a gitmekten birden vazgeçebilir.

O halde, çok daha ince bir yöntem kullanılmalıdır.

Çok daha etkili olan yöntem şudur: Gençliğin kendiliğindenci, dolayısıyla belirsizlik içinde olan bir şeylere başlama arzusunu göz önüne alıp, tam da burada fark ettirmeden tekrar mekanizmasını gerçekleştirmek.

Böylece başlama arzusunu tekrara geçisin bir ritüeli olarak işlemek; yani gençlerin eskilerin yerini almasını sağlamak.

Sokrates’e karşı olanlar, tekrarın bekçileri olanlar bunu düşünüyordu.

Yoksa bazı gençler yeni bir şeylere başlarsa ne olacaktı? Bu gençler, bu toplumsal varoluş içinde nereye gideceklerdi?

Bu nedenle dendi ki: Sokrates, gençliği baştan çıkarıyor!

Entre les murs filmindeki genç kız, işte bu nedenle yaşlı Sokrates’i günümüze davet ediyor. Bu nedenle, sınıftaki dersler Sokrates’in gençlere seslenişiyle son buluyor. 2500 yıl önce yaptığı gibi, Sokrates altını çizerek tekrar ediyor:

Belirsizlik, tekrarı başlamaktan ayırmanın olanaksızlığıdır.

Bu aptallaştırıcı eğitim devam ettiği ve belirsizlik içinde olunduğu sürece kazanan her zaman tekrar ve öykünme mekanizması olacaktır.

Oysa…

Felsefe, belirsizliği netleştirir, kapasiteleri açığa çıkarır.

O halde, sormalıyız…

Gençler, neleri tekrar ediyoruz?

Neye başlıyoruz?

Metin Gönen

29.08.2013