Return to Dust, Topraktan Toprağa… 1

Mağduriyetten Özgürleşmeye…

Return to Dust (2022), son yıllarda izlediğim en güzel filmlerden birisi. Film, sadece anlatılan hikâyenin felsefi derinliği açısında etkileyici bir eser değil. Aynı zamanda, film; ışık, kadraj, plan kompozisyonları ve mizansen olarak da duru bir güzelliğe sahip. Hikâye, Çin’in kırsal bir bölgesinde, şehirlere göç nedeniyle boşalmaya yüz tutmuş köylerden birisinde geçiyor. Filmin yönetmeni Li Ruijun’un da doğup, büyüdüğü, eşsiz doğal güzellikleri olan, Moğolistan sınırına yakın bir bölge burası. Filmin, mevsimlerin değişiminin, ışığın ve doğanın farklı renklerinin şiirsel güzelliğiyle harmanlanan masalsı bir atmosferi var.

İşte bu romantik atmosferin yalın güzelliğinde, dokunaklı bir aşk hikâyesi anlatılıyor filmde. Bu dokunaklı hikâye, aynı zamanda, şehirleşmenin kırsal kesimde yol açtığı yıkımın sonucu olarak yok olan güzelliklere yakılan, hem coşkulu hem de melankolik bir ağıt. Filmin sıra dışı güzelliği, aynı zamanda, işte bu birbirine tezat epik ve trajik duyguların hikâyede iç içe olmasından da kaynaklanıyor. Daha açıklayıcı bir ifadeyle; herhangi bir kurtarıcı beklemeden, geçmişin mağduriyetten kendi emek-yoğun çalışmalarıyla çıkan iki insanın, el birliğiyle gerçekleştirdikleri yeni bir yaşam inşasının duru coşkusu, filmin temel duygulanımını oluşturuyor. Ancak filmde, ortak bir yaşam kuruluşunun bu sade ve epik serüveni, beklenmedik trajik bir sona everiliyor. İşte bu yalın inşa sürecinin duru coşkusu ve hikâyenin trajik sonunun hüznü, filme ayrı bir zenginlik katıyor. Film, bu bağlamda, hikâyesini doğayla içi içe sürdürülen köy yaşamının, mevsimlerin ve havanın değişimlerine indeksli rutin işlerinin ritmiyle anlatıyor. Dolayısıyla film, sevgi ve şefkatle örülü iki kişilik ortak bir yaşamın kuruluşu için gerekli olan, birlikte toprağı ekip-biçmek, kendi evini inşa etmek, kümes hayvanlarını beslemek, vs. gibi günlük çalışmaların emek-yoğun çabasıyla örülen sade bir olay örgüsüne sahip.

Ancak film, bu sıradan günlük işlerin yapılışını anlatırken, aslında, insanın yeryüzündeki yaşamına anlam verebilme çabalarının ne tür bir uygarlık fikrine tekabül ettiğinin de sorgulamasını yapıyor. Bir yandan, filmde; kar, yağmur, rüzgâr, fırtına, sıcak, soğuk gibi doğanın sonsuz devinimine bağlı olarak, zamanın umursamaz akıp gidişi içinde, insanı besleyen toprak anaya minnet duyuluyor. Bir yandan da, filmde; insanın kendi evini kendi elleriyle topraktan yapma sürecinde, aslında, üst üste koyulan her bir kerpiçte adım adım yükselen evrensel bir uygarlık masalı kurgulanıyor:

Başka bir dünya mümkün mü?   

İşte film; bu günlük rutin işlerin sıradanlığında, aslında azla yetinerek, ama üreterek yoksunluklardan özgürleşen sade bir yaşam felsefesiyle, sevgi ve emek temelinde farklı bir insan uygarlığının kuruluş masalını anlatıyor… Kapitalizmin kar hırsı, emek sömürüsü, tüketim ve lüks tutkusu dışında…

Masaldan Filme…

Masallar; çekilen sıkıntılar, aşılan engeller sonucu kahramanların birbirlerine kavuşmasıyla biter. Oysa filmin anlattığı bu aşk ve uygarlık masalı, asıl kahramanlarımızın evlenmesinden itibaren başlıyor. Bu masalda aşılacak engeller, alışılmışın dışında, tam da hikâyelerin mutlu sonla bittiği bir yerde önümüze çıkıyor. Masal kahramanlarımızın evlenerek aşmaları gereken zorluklar arasında, bir yanda, toplumsal değişim nedeniyle şehirlere göç edilmesini, boş kalan evlerin yıkılmasını pirim ödeyerek teşvik eden iktidarın cezbedici baskısı var. Diğer yanda, başta kendi aileleri tarafından hor görülmenin, dışlanmanın yıkıcı, yıpratıcı etkisine göğüs germenin zorluğu var. Ancak bu yorucu ve yıpratıcı toplumsal, geleneksel-ailevi ortama rağmen; sanki yeni bir uygarlığın temelden inşası söz konusuymuş gibi seyircide coşku ve sempati uyandıracak yalın bir “kuruluş hikâyesi” kurgulanıyor. Film, bu çerçevede, toplumsal değişimlerin fonunda, kahramanlarımızın emek, fedakârlık, dürüstlük, sevgi ve dayanışmayla kurmaya çalıştıkları iki kişilik ortak bir yaşamın kişisel serüvenine odaklanıyor.

Ancak film, konuşmaya, söze çok az iş düştüğü; hikâyenin sadece iş, emek ve davranışlarla anlatıldığı görsel bir şölen aynı zamanda. Filmin hikâyesini, aslında mevsimlerin değişimi, günlük çalışmaların ritmi, davranışların yalınlığı, jestlerin çarpıcı duruluğu anlatıyor daha çok. Bu dokunaklı aşk ve uygarlık masalının, sıra dışılığı ve şiirsel güzelliği aslında bu sadelikten de geliyor. Dillerin sustuğu bir sessizlik ortamında, adım adım inşa edilen bu iki kişilik ortak yaşamda, ötekine gösterilen en ufak bir sevgi ve fedakârlık jesti dahi, ansızın çakan bir gök gürültüsü şiddetinde çarpıcı bir etki yaratıyor. Ekin balyaları arasında, çalışmaya ara verip, birlikte yemeklerini yiyip, sessizce dinlenirlerken; kahramanımızın sevdiği kadının eline bir buğday tanesini dikkatli jestlerle bastırarak bir çiçek izi çıkarması bu yalın jestlere gösterilecek örneklerden birisi. Bir çocuk saflığında gerçekleşen bu sessiz sahne, iş arasında birlikte hoşça zaman geçirme davranışından öte bir anlama sahip olup çıkıyor sonunda. Zira bu sessiz jestlerin el üzerinde itinayla çizdiği geçici izlerden oluşan çiçek figürü, aslında sevdiğinin ruhunda derinliği ve yoğunluğu sınırsız bir etkiye, sonsuz bir aşk ilanına dönüşüyor: “Seni hiç kaybetmemek için iz yaptım. Çiçek açtırdım…”

Buna karşılık, kar ve tipinin olduğu bir gece, dondurucu bir soğukta, evinde ateşin yanında beklemek yerine, kasabadan eşeğiyle birlikte yürüyerek gelen sevdiği erkeği ısıtmak için, karanlık sokakta elinde sıcaktan ışıldayan bir su şişesiyle sessizce beklemek de insanın ruhunda aynı çarpıcı etkiyi, aynı derin duygulanımı yaratıyor. Zira hastalanması ölümle yüzleşmek demek olan bir kadının, gecenin karanlığında, bir başına, titreyerek, dondurucu soğuğa meydan okuyan bu düşünceli bekleyişi, eşine duyulan ilgi ve sevginin (seyircinin de yüreğini ısıtan) en saf, en fedakâr, en çarpıcı halinin ifadesi oluyor… Kraliçe Penolope’un, Kral Odysseus’un serüvenlerden dönüşünü sıcak sarayında sabırla ilmik ilmik halı dokuyarak beklemesinden daha sade, daha sıradan bir bekleyiş bu… Ama hiç kuşkusuz Penolope’unkinden çok daha soylu, çok daha fedakâr, seyircide çok daha yoğun duygular uyandıran bir bekleyiş olduğu da ortada: Su sıcaktı, ama defalarca soğudu. Her seferinde yeniden ısıtıp, senin gelmeni bekledim…”

Filmin, aynı zamanda, bu hem yalın, hem de bu şiirsel güzelliğini olanaklı kılan olay örgüsü, aslında çocukluğumuzdan beri bildiğimiz, tanıdığımız Pamuk Prenses’ten, Çirkin Yavru Ördek’ten Kül Kredisi’ne evrensel masallardan esinleniyor. Dışlanmışların, en yakınlarındakilerden zülüm görmüşlerin yaşamlarının sonunda mutluluğa kavuşmasının anlatıldığı mağduriyetten özgürleşme masalları bunlar. İşte insanlık tarihinin her döneminde, yeryüzünün her yerinde, reel bir versiyonuna tanık olduğumuz bu çileli yaşamların dönüşümünün sinemasal bir versiyonu bu dokunaklı hikâye… Bu bağlamda film; dışlanmış, hor görülmüş, eziyet edilmiş, şiddet görmüş, sevgisiz ve değersiz büyümüş çocukların; insanın yüreğine dokunan acılı hikâyelerinde, sonunda hak ettikleri ilgiye, itinaya, değere, sevgiye ve mutluluğa kavuşmalarını anlatan bu hüzünlü masallardan esinleniyor…

Ancak Li Ruijun, filminde bu evrensel masalların kalıbında radikal bir değişiklik daha yapıyor. Pamuk Prenses’ten Kül Kedisi’ne mağduriyetten, esaretten, şiddetten kurtulup mutluğa erişme, her zaman beklenen mucizevi bir olaydan, ya da karşılaşılan bir kurtarıcıdan geçiyor. Oysa Li Ruijun anlattığı bu masalda mağduriyetten özgürleşme, kahramanlarının bizzat kendi emekleriyle ve kendi insani potansiyellerinin farkına vararak kendi kendilerinin öznel dönüşümünü gerçekleştirmeleriyle mümkün oluyor.

Ayrıca bu mağduriyetten kurtuluş masallarında, masal kahramanlarının çektiği çile, eziyet, hor görülme, aşağılanma, şiddet uzun uzun anlatılır. Bu mağduriyet durumu da, bir çaresizlik ve boyun eğme içerisinde sadece yaşamda kalma çabası olarak verilir. Bütün bunlar, masalın ana gövdesini oluştururken; kurtuluş ve mutluluk masalın en sonunda, kısaca bir mucizevi olay ya da dışarıdan bir kurtarıcı tarafından gerçekleşir. Oysa Li Ruijun, bu evrensel masalların yapısında radikal bir değişiklik daha yapıyor. Li Ruijun, filmde anlattığı kendi masalında mağduriyet sürecini tamamen eksiltiyor, yani anlatının dışında, geçmişte bırakıyor. Kahramanlarımızın çocukluk dönemindeki mağduriyetlerini, seyircinin kendisinin düşünüp, tasarlamasını istiyor. Bu bağlamda film, asıl geçmişin mağduriyetinden özgürleşme mücadelesini ve mutluğu kavuşma sürecini masalın ana gövdesi, yani anlatının temel olay örgüsü olarak kurguluyor. İşte asıl bu temel mücadele sürecinde masal kahramanlarımız, dışarıdan bir kurtarıcı beklemek yerine, kendi insani potansiyellerini harekete geçirerek, kendi özgüçleriyle kendilerini öznel olarak dönüştürüyorlar, özgürleştiriyorlar.

Li Ruijun, kendi masalının sonunda da, esinlendiği bu evrensel masallardan farklı olarak, beklenenin tersine bir temel bir değişiklik daha yapıyor. Li Ruijun, kendi hikayesinin sonunu, bu kez de Shakespeare’in ünlü tragedyasından esinlendiği çok açık olan kısa bir trajik finalle bitiriyor. Bu anlamda, Li Ruijun, bu mağduriyetten kurtuluşun anlatıldığı evrensel masallardan ve filmin sonunda göreceğimiz gibi, Shakespeare’’in tragedyasından esinleniyor; ama onları yaratıcı bir radikallikle yeniden yazarak, günümüzün gerçekleri üzerine özgün bir sinemasal fikir beyanına dönüştürüyor.

Bu bağlamda, filmin ana gövdesi; masal kahramanlarının kendi potansiyel insani yetilerini bizzat kendi çabalarıyla keşfettiklerini ve kendi üretici emekleriyle kendi mağduriyet durumlarının kurtarıcı öznesi olmalarını anlatıyor. Masal kahramanlarımız, geçmişlerinden gelen mağduriyetlerini ve kırılganlıklarını, bizzat kendi çabalarıyla iki kişilik bir yaşamı inşa etme sürecinde kendilerinin dahi şaşıracağı bir güce ve dayanıklılığa dönüştürüyorlar. Bu bağlamda, kahramanlarımız filmin başından sonuna dek, sessiz bir öznel gücün içsel devinimiyle, yalın ve yüceltici bir coşkunluk duygusu içinde el birliğiyle yaşamlarını yeniden kuruyorlar. Bu süreçte film, doğal olarak hikâyesini duru bir epik duygulanım içeresinde seyirciye sunuyor.

Ancak film, masalın sonunda, beklenmedik trajik bir olayla birlikte seyirciyi ters köşeye yatırıyor. Bu nedenle film, beklenenin aksine, bu mağduriyetten özgürleşmenin evrensel masalını ve farklı bir uygarlık inşasını; bir imkânsız aşk hikâyesine dönüştürerek dokunaklı bir melodram olarak bitiriyor…

Metin Gönen