Felsefi Sorular IV – Din ve İktidar, Vahhabizm -I-
Bugün içinde yaşadığımız Doğu-İslam uygarlığı adına Müslümanlara ve tüm insanlığa ne tür inanç sistemleri ve toplumsal yaşam modelleri sunuluyor?
Bugün Doğu-İslam uygarlığı adına, Müslümanlara ve tüm insanlığa ne tür siyasi iktidar ve din ilişkileri öneriliyor?
Düşünmeye ve sormaya Vahhabizim ile devam edelim…
Vahhabizim, XVIII. yy.da Muhammed Bin Abdulvahhab (1703-1791) tarafından kurulan Suudi Arabistan kökenli bir İslami harekettir. Vahhabizm, Sünni İslam’ın dört büyük klasik hukuk yorumu ekolünün (Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli) en katı geleneği olan Hanbelilik’ten ve İslam teoloğu İbn Teymiye’den esinlenir. IX. yy.da Ahmet Bin Hanbel tarafından kurulan Hambeli İslami Hukuk yorumu ekolü, sadece Kuran ve Hadisleri temel kaynak olarak kabul eder. Hanbelilik, hem Kuran’ın yorumunu (içtihat), hem de Kuran ve Hadisler dışında, öngörülmeyen durumlar için din alimlerinin aralarında “uzlaşma” oluşturarak karar verme prensibini reddeder. Bu nedenle, Hanbeli ekolü, tüm katı, fundamentalist (temel kaynaklara dönen) İslam teolojisinin ve radikal (köktenci) politik İslam hareketlerinin referansıdır.
Hanbeli’nin en önemli takipçilerinden birisi Şanlı Urfa Harran’da Hanbeli bir Kürt ailede doğan teolog ve İslam hukukçusu İbn Teymiye’dir (1263-1328). İbn Teymiye, Moğolların işgali nedeniyle 6 yaşında babası ile birlikte Şam’a göç eder ve 65 yaşında orada ölür. İbn Taymiye, El Gazali’den İbn Arabi’ye tüm İslam filozoflarının rasyonalitesini ve İslam tasavvufunun mistik maneviyatını reddeder. Tevhit(Allah’ın birliği) inancına karşı gelmek anlamına geldiği için, İbn Teymiye, Peygamber’in mezarını ziyaret etmeyi ve Peygamber’in doğum gününü kutlamak için yapılan etkinlikleri Hristiyan putperestliği olarak ilan edip, bu geleneklere karşı çıkmıştır. İbn Teymiye, aynı katılıkla Şiilere, Mevlevilere, Antik Yunan filozoflarının İslam filozofları üzerindeki etkisine de karşı savaş açmıştır. İslam inancının temel kaynaklarına uymadıkları, geleneksel dünyevi yasalarla toplumu yönettikleri, Hristiyan krallıklar ile işbirliği yaptıkları için aslında Müslüman olan işgalci Moğolları “kâfir” ilan ederek, Müslüman Moğollar ile Müslüman Memlûklerin savaşmasının önünü teolojik ve politik olarak açan İbn Taymiye’dir. Moğolların 1300-1304 yıllarında Suriye’ye düzenledikleri son saldırı sırasında İbn Teymiye, hem kılıcıyla hem de yazılarıyla Cihad ilan ederek işgalci Müslüman Moğollara karşı Memlûklerin saflarında savaşır. Ama İslam’ın fundamentalist yorumunun radikalizmi nedeniyle Memlûklerin de tepkisini çeker ve hapsedilir; cezaevinde ölür. Bu katılığı nedeniyle İslam hukukçusu İbn Hanbel gibi, İbn Teymiye de, günümüzün tüm fundamentalist ve radikal İslamcılarının sahiplendiği bir teologdur.
Katı ve saf Sünni (geleneksel) İslam hukuku yorumu olan Hanbelilik’ten ve İbn Teymiye’nin Sünni sekter-teolojisinden esinlen Vahhabizim de, aynı şekilde sadece temel kaynakları katı bir yorumla referans alan, bunun dışındaki her türlü inanç kaynağını ve ibadet pratiğini bir ihanet ve sapma olarak değerlendiren fundamentalist bir İslam anlayışını savunur. 1703 yılında, Nejd bölgesinde, bir yerleşik Arap kabilesi olan Banu Tamin’e ait Uyaynah köyünde doğan Muhammed Bin Abdulvahhab, Mekke’deki eğitiminin ardından İran ve Irak’a yolculuk yapar. Irak’ta İbn Teymiye üzerine eğitim alır ve İbn Teymiye’nin İslam yorumunu basitleştirip daha da radikalleştirerek genel kabul gören geleneksel-Ortodoks İslam yorumuna aykırı vaazlar vermeye başlar. Bu aykırı ve sekter tutumu nedeniyle Irak’tan kovulur ve köyüne geri döner. Burada da, bir yandan İslam uygarlığının genel kabul gören geleneksel anlayışına aykırı sekter bir İslam yorumunu; diğer yandan da, popüler kültürlerden gelen yerel inanç ve ibadet farklılıklarını yasaklayan, İslam’ın temel kaynaklarını her türlü bağlamdan ve incelemeden arındırılmış saf ve katı bir şekilde yorumlayan fundamentalist İslam anlayışını ve indirgemeci-biçimsel ibadet pratiğini kendi köylülerine vaaz etmeye başlar. Abdulvahhab’ın bu radikal söylemi ve fanatik tutumu, başta kendi köylüleri tarafından kabul görmez. Sürgüne mahkûm edilen Abdulvahhab, daha güneydeki Riyad yakınlarında Ad-Diriyah vahasına göç etmek zorunda kalır. Abdulvahhab, burada bir Arap kabilesinin reisi Suudi ailesiyle karşılaşacak ve din ile siyasi iktidar ilişkisinin somut örneklerinden olan günümüzün teokratik Suudi Arabistan Krallığı’nı yaratan tarihi bir pakt gerçekleştirecektir.
Muhammed Bin Abdulvahhab, İslam inancının üç temel direği olan Hukuk (fıkıh), maneviyat (tasavvuf) ve teolojiyi (inanç) İslam’ın ilk dindar ataları, Selefler dönemine geri dönmek adına topyekûn reddeder. Temel kaynakların yorumunu (içtihat) yasaklayan Hanbeli dışında İslam hukukunun (fıkıh) tüm ekollerini bir sapma olarak reddederek, İslam uygarlığının birikimini ve İslam alimlerinin icazet (lisans) vererek kuşaktan kuşağa aktardıkları geleneksel çalışmalarını yok sayar. İslam maneviyatının derinliği ve erdemi üzerinde yoğunlaşan İslam tasavvufunun mistik geleneğini, bir sapma olarak niteleyip reddeder. Aynı şekilde İslam teolojisinin tüm ekollerini ve metodolojilerini saf-fundamentalist Müslümanlıktan sapma sayarak reddeder.
İslam uygarlığının, İslam maneviyatının rasyonel ışığı ve düşünsel gücü olan İslam filozoflarını zaten vahiy ile algılanması gereken Allah’ın kutsal sözlerini akıl ile kavramaya çalışarak dinden sapan günahkârlar olarak ilan ederek, hiç dikkate almaz.
Muhammed Bin Abdulvahhab, İbn Teymiye’nin putperestliğe karşı formüle ettiği Tevhit (Allah’ın birliği) inancını Kitab ut-Tawhîd adlı eserinde kelimesi kelimesine alıp katı bir şekilde yorumlar ve uygular. Muhammed Bin Abdulvahhab, İbn Teymiye gibi Kuran’dan yola çıkarak, Tevhit çerçevesinde Hristiyanlıktaki Tanrı’nın çokluğu doktrinine karşıt, üç konuda Allah’ın birliğini formüle eder.
Tawhid Al Rububiya (Egemenliğin Birliği); Allah’ın bütün yaratılanlar üzerindeki kutsal otoritesinin birliğidir. Tek yaratıcı olarak Allah, her şeyin tek sahibi ve yöneticisidir.
Tawhid Al Uluhiyah (Kutsallığın Birliği); bütün tapınmaların ve ibadetlerin hepsi sadece Allah’ın kendisine yapılmalıdır. Kuran’da gerçek ve tek tanrı olarak mutlak bir şekilde Allah’ın ismi verilmiştir ve insanın sadece ona ibadet etmesi gerekir.
Tawhid al’Asma wa as-Sıfat (İsimlerin ve Yüklemlerin Birliği); Bir tek Allah’a inanmak gereklidir, ama Allah’ın isimleri ve nitelikleri Kuran’da ve Hadisler’de çokluk içermektedir. Allah’ın hiçbir ismini ve niteliğini dışlamadan ve deforme etmeden, özellikle de yaratan ile yaratılan arasında bir benzerlik (analoji) oluşturmadan onlara inanmak gereklidir.
Vahhabizm’in saf ve katı İslam inancına göre, bu Tevhid doktrinin üç şeklinden sadece birisine dahi uyulmadığında, yani Allah’a herhangi bir biçimde Şirk (ortaklık) koştuğunuzda, putperestliğe (politeizm) düşüp, kâfir olunduğunu savunur.
İşte…
Bu çerçevede…
Muhammed Bin Abdulvahhab, İbn Teymiye gibi, Şiilerin 12 İmam’a aynı zamanda hem kutsal hem de dini-manevi bir otorite tanıyan “temsili” teolojisine karşı çıkarak, Şiileri Tevhid’e, Allah’ın birliğine şerik (ortaklık) koşmakla suçlar ve bu nedenle onları putperest, yani gayri-Müslim ilan eder.
Aynı şekilde…
Muhammed Bin Abdulvahhab, meleklere, ermişlere ve ölülere dua etmeyi ve tapınmayı, Tevhid gereği sadece Allah’a topyekûn tapınma zorunluluğundan birer sapma olarak niteleyerek, yasaklar.
Aynı nedenlerle…
Mezarlara, türbelere, camilere yapılan ziyaretleri putperestlik olarak değerlendirir. Ermişleri anmak için dini şenliklerin düzenlenmesini, Peygamber’in doğumunun kutlanmasını dahi bir sapma; mezarlarda mezar taşlarının kullanılmasının bile bir putperestlik olduğunu söyler.
Aynı çerçevede…
Başta Peygamber’in mezarı olmak koşuluyla Tevhid’ten sapma olarak kabul ettiği İslam uygarlığının tüm türbelerinin, mezarlarının, tekkelerinin, mimari ve tarihi eserlerinin yıkılmasını ve yağmalanmasını; fıkıhçıların, tasavvufçuların, teologların, filozofların yorumlarının dikkate alınmamasını Saf İslam’a, İslam’ın ilk dönemine, Selefiya’ya geri dönülmesi adına vaaz eder.
Selefiya adına da…
Sigara içmek gibi sıradan alışkanlıkları yasaklamaktan öte, insan uygarlığının insanlığını ifade eden gülmek gibi diğer canlılara özgü olmayan kapasitelerini ve müzik, şiir gibi sanatsal yaratımlarını haram ilan ederek yasaklamakla kalmaz…
Aynı zamanda…
İslam’ın Kuran ve Hadisler’den oluşan temel kaynaklarına, Peygamber ve 4 halife dönemine tekabül eden ilk saf şekline, dindar ataların geleneğine geri dönüşü ifade eden İslami reform hareketi Selefiya’ya sadece kendi İslam yorumunun denk düştüğünü vaaz ederek, bunun dışındaki tüm İslami yorumları sapma olarak ilan ederek, sadece kendisinin saf İslam’ı savunan asıl ve tek Selefi olduğunu söyler.
Yani…
Muhammed Bin Abdulvahhab, tüm İslam uygarlığının inanç, maneviyat, teoloji, felsefe ve sanat zenginliğini bir kalemde silip yok sayan sekter ve radikal bir tutumla tabula rasa yaparak kendisini saf İslam’ın yeniden doğuşunun kurucu bir miladı olarak ilan eder.
Yani…
İslam uygarlığının zenginliğini ve çokluğunu, Vahhabizmin indirgeyici ve sekter yorumunun sınırlayıcı-yasaklayıcı yoksulluğuna teolojik ve pratik olarak mahkûm eder.
Aslında…
Hamidi Redissi’nin Le Pact de Nadjd, ou comment l’islam sectaire est devenu l’islam (2007, Seuil, Paris) adlı referans kitabında devasa belgelerle yaptığı bir çalışmayla gösterdiği gibi, dönemin İslam alimlerinin fetvalarında söyledikleri ve kitaplarında yazdıklarına göre, Muhammed Bin Abdulvahhab’ın vaazlarının asıl kendileri birer sapmadır; İslam’ın cahil, indirgemeci, biçimci, katı, fanatik ve sekter bir yorumudur.
Hatta…
Aynı kitaba göre, dönemin Batı gözlemcilerinin anılarında “yeni bir din doğuyor” sanarak yazdıkları gibi de, Muhammed Bin Abdulvahhab tarafından bu vaaz edilen saf Müslümanlığın aslında geleneksel (Sünni) İslam dini ile alakası yoktur.
Ama…
Suudi Arabistan Krallığı tarihi bize göstermektedir ki; dönemin İslam alimlerinin ve bizzat Müslüman çoğunluğun ifadesi olan Sünni İslam geleneğinin kendisinin, Vahhabizm’i hem sekter, hem de hukuk ile teolojiyi birbirine karıştıran cahil bir göçebe azınlığın sapması olarak nitelemelerine ve mahkum etmelerine rağmen; 300 yıllık geçmişi olan bu marjinal-fundamentalist İslam yorumunun özellikle son 40 yıl içinde tüm dünyada nasıl da İslam’ın çehresini değiştirerek Müslümanlığın belirleyici yüzü haline gelebilmiş olması başlı başına düşünülmesi gereken mucizevi bir siyasi iktidar stratejidir.
Fundamentalist bir İslam anlayışı yorumu olan Vahhabizm ile Suudi Arabistan Krallığı arasındaki din ve iktidar ilişkisine ve bu ilişkinin oluşturduğu devlet ve toplum modelinin kendisine gelmeden önce, temel bir felsefi sorunun altını çizmek gerekir…
Burada asıl problematik olan, sanıldığı gibi Muhammed Bin Abdulvahhab’ın geleneksel İslam anlayışından sapan fundamentalist ve yasakçı vaazları değildir. İslam alimlerinin ve İslam filozoflarının eserlerinde gösterdiği gibi, yeryüzünde her insan her konuda istediği gibi düşünebilir ve düşüncelerini özgürce ifade edebilir.
Burada önemli olan, Muhammed Bin Abdulvahhab’ın bütün bu yasakları, saf ve radikal bir İslam yorumu adına bizzat kendi komşularına vaaz etmesi ve din adına başkalarının yaşamlarını yeniden yapılandırarak yeni bir ümmet yaratmaya soyunması da değildir.
Burada felsefi ve mantıksal açıdan asıl problematik olan, Muhammed Bin Abdulvahhab’ın saf İslam yorumu adına, her Müslümanın bu yasaklara kesin olarak uyması gerektiğini, yoksa önce kâfir ilan edilmelerinin, sonra da öldürülmelerinin, mallarına el konulmalarının, kadınlarının ve kızlarının da köleleştirilip kullanılmasının caiz olduğunu söyleyebilmesidir.
Yani…
Burada asıl önemli olan, Muhammed Ben Abdulvahhab’ın bu saf ve radikal İslam yorumlarını ve yargılarını kendi köylülerine vaaz ederken bir akıl yürütme, bir argüman sunma, bir temellendirme çalışmasıyla eşit ve özgür kafaları ikna etmeye yönelik bir söylem ve düşünce oluşturmak yerine; tam tersine ölüm, mallara el koyma ve köleleştirme tehditleri altında doğrudan insanların iradelerini kırmaya yönelik bir şiddetle bir “mutlak-otorite” kullanmasıdır.
Yani…
Burada felsefi ve mantıksal olarak asıl sorun olan, Muhammed Ben Abdulvahhab’ın, yeryüzüne ve tüm insanlığa evrensel bir sesleniş olan İslam inancını ve hakikatini, sadece basit bir sihir ile kendi kişisel tekeline alarak, tüm İslam uygarlığının mirasını ve İslam alimlerinin icazet veren geleneksel otoritelerini de yok sayıp, komşularını kâfir ilan etme, öldürme, mallarına el koyma, karılarını-kızlarını köleleştirme ve tecavüz etme hakkına sahip olan bir mutlak-otorite oluşturduğunu sanarak, insanların kendi kişisel dünyevi yaşamlarına doğrudan ve şiddetle müdahale etmesidir.
(Günümüzde, başı açık gezen Liseli kız öğrencilerine yeryüzünde bir suç olan “size tecavüz müstahak” tehdidinde bulunmanın kutsal dokunulmazlığını kendine ait bir dünyevi hak ve bir mutlak-otorite ifadesi olarak görebilen din kültürü öğretmenlerinin olduğu gibi… Yani diğer tüm öğretmenler gibi, sadece bir öğretmen ve bir dünyevi vatandaş olan bir din kültürü öğretmeninin, derslerde sadece din kültürünü anlatma görevinden ve öğrencilerine bu derslerden not verme zorunluluğundan öte, sadece din kültürü öğretmeni olması sıfatı ve mucizesiyle, aşkın bir değer adına, kız öğrencilerin hem yeryüzündeki kişisel yaşam tercihlerini din öğretmenleri olarak doğrudan kendisinin belirleyebileceğini, hem de din öğretmeni olarak, öğrencilerinin inanç özgürlüklerini tehdit ve baskılarla onların iradelerini kırarak ellerinden alabilme hakkına ve ayrıcalığa sahip olduğunu sanması gibi…)
Peki…
Yeryüzünde dünyevi bir varlık olarak, insani sonluluk ve sınırlılık içinde aynı koşullarda hep birlikte ikamet etmemize rağmen, nasıl oluyor da içimizden birilerinin çıkıp, bir aşkın varlık gibi sonsuz ve sınırsız bir mutlak-otoriteye sahip olarak konuşup davranabilmesi ve şiddet uygulayabilmesi mümkün olabiliyor?
Yeryüzündeki dünyevi yaşamın içinde, aşkın varlıklara özgü bir “mutlak-otorite” sahibi olduğunu sanmak illüzyonunun sihirli statüsü nereden geliyor?
Yeryüzünde sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın, sonsuz ve sınırsız aşkın bir varlık gibi bir mutlak-otoriteye sahip olduğunu sanmasının, üstelik bir de bunu diğer insanlara kabul ettirebilmesinin dünyevi sırrı nedir?
Düşünelim…
Mutlak (absolutus); Latince’de hiçbir şeye bağlı olmadan, kendi başına ve kendine yeterli olarak var olandır.
Leibniz’in kendi başına ve kendine yeterli bir biçimde var olan monadları gibi…
Otorite (auctoritas); antik Roma hukukunda, hiçbir şeye dayanmadan, kendi kendini arttırandır.
Nietzsche’nin bataklığa saplanan bir insanın kendi eliyle kendi saçından tutarak kendini yukarıya çekerek bataklıktan çıkmaya çalışmasına verdiği örnek gibi…
Bu tanımlara göre…
Yeryüzüne aşkın (kutsal) bir varlık, ampirik olgusallığın dışında var olduğu için, yani tanımı gereği aşkın olması nedeniyle hem mutlaktır, hem de aşkın bir var oluş olarak sadece kendi var oluşuna bağlı olarak kendi gücünü arttıran bir otoritedir.
Yani…
Aşkın olan, aslında aynı zamanda kendinden başka hiçbir şeye bağlı olmadan ve kendinden başka hiç bir şeye ihtiyaç duymadan var olan bir mutlak-otoritedir.
Ama…
Yeryüzünde belirli bir zamana ve mekâna içkin olarak bağımlı bir şekilde var olabilen bir insan, kendisiyle sınırlı ve sonludur; kendi olgusal ölümüne bağımlı olarak yaşam gücünü tüketen, eksilten bir fanidir.
Yani…
İnsan; yeryüzündeki diğer dünyevi koşullara bağımlı canlılar ve insanlar arasında ne mutlaktır ne de bir otoritedir.
Bu nedenle…
İnsanın yeryüzündeki trajik-komedisi, kendi elleriyle kendisinin saçlarından tutarak sürekli yukarıya çekip, kendi kendinin gücünü arttırarak zaman ve mekânın dışına çıkmaya çabalayarak ölümsüz bir “mutlak-otorite” olma illüzyonu yaratmaya çalışmasıdır.
İnsanın bu illüzyonu yaratmasının en etkili ve kestirme yolu ise, aşkın bir varlık figürü tasarlayıp onunla kendisini özel bir biçimde ilişkilendirmesidir.
Muhammed Bin Abdulvahhab, yeryüzünde herhangi bir insandır; dünyevi koşulların üzerinde aşkın bir var oluş tarzı ve bir mutlak-otoritesi yoktur.
Bu nedenle…
Muhammed Bin Abdulvahhab’ın kendisinin, yeryüzündeki herhangi bir insan olarak, saf İslam vaazları verdiği diğer insanlardan ve komşularından var oluş açısından hiç bir farklılığı ve ayrıcalığı yoktur.
Yani…
Muhammed Bin Abdulvahhab, yeryüzüne evrensel bir sesleniş olan İslam dininin aşkın hakikatini kendi tekeline alarak, dünyevi komşularının “kâfir” olup olmadığına, öldürülüp öldürülmeyeceğine, mallarına el konulup konulmayacağına, kadınların-kızların köleleştirilip köleleştirilmeyeceğine karar verebilmenin mutlak-otoritesine sahip değildir.
Ama…
Yine de bir mutlak-otorite gibi komşularına yasaklar koyar; bu yasaklara uymazlarsa da öldürüleceklerini, karılarına-kızlarına köleleştirilerek tecavüz edileceğini ve mallarına el konulup yağmalanacağını buyurur ve (yazının ikinci bölümünde tarihsel gerçekliği içinde ele alacağımız gibi) uygulamaya geçer.
Yani…
Hepimiz gibi sonlu-sınırlı dünyevi koşullara bağımlı fani bir insandır, ama aşkın (kutsal) bir varlığın mutlak-otoritesine sahipmiş gibi konuşur ve davranır.
Peki…
Bu nasıl mümkün olmaktadır?
Bu illüzyonu yaratan nedir?
Aslında çok basit dünyevi bir sihirdir bu.
Zaten…
Her insan, yaşamın her alanında her zaman yapmaktadır bunu.
Nedir bu?
Kendi ellerimizle kendi saçlarımızdan tutup kendimizi sürekli yukarıya doğru çekmektir.
Çektikçe de çevremizdeki diğer varlıklara ve insanlara göre yükseldiğimiz illüzyonuna kapılmaktır.
Yani…
Kutsallık adına bir oto-deklarasyon yapmak; kendi kendini beyan etmektir.
Aşkın değerler adına bir oto-proclamation yapmak; kendi kendini görevlendirmektir.
Yani…
Benim yeryüzündeki referansım aşkın bir değerdir, demektir.
Ben, yeryüzünde kutsal bir değer adına konuşuyorum, demektir.
Ben, yeryüzünde kutsal bir görevin temsilcisiyim, demektir.
Yani…
Tanım olarak yeryüzünde “tartışmasız” olan aşkın bir değer ile kendini ilişkilendirmek ve özdeşleştirmektir.
Böylece herkesin sahip olmayacağı gizli bir hakikatin sırrına sadece kendisinin vardığını; bu ayrıcalıklı konumun da, diğer insanları bu hakikate göre yargılama ve mahkum etme hakkını ve gücünü verdiğini varsaymaktır.
Sonra da bu problematik ilişkilendirmeyi rasyonel olarak düşünen, sorgulayan felsefeyi ve İslam felsefesini bir sapma olarak ilan edip; din eğitimini dua ezberciliğine, dini inancın maneviyatını da olgusal işaretlere ve biçimsel ibadetlere indirgemektir.
Örneğin…
Herhangi bir insan olarak yeryüzündeki dünyevi ikametin içinden çıkıp, diğer insanlara hitaben konuşurken;
Benim referansım Allah’tır, demektir.
Benim referansım Kuran’dır, demektir.
Ben Allah’ın yeryüzündeki sözcüsüyüm, demektir.
Ben Allah’ın yeryüzündeki askeriyim, demektir.
Ben Allah’ın yeryüzündeki kılıcıyım, demektir.
Peki, bu nasıl mümkün olabilir?
Ancak bir şekilde mümkün olabilir…
Aşkın (kutsal) bir varlık ya da değer adına konuştuğunuzu, davrandığınızı beyan eder, tekrar tekrar söylerseniz; işte sadece o zaman, başka hiç kimsenin sırrına erişemediği gizemli bir hakikatin gücüne sahip sınırsız ve sonsuz bir iktidar olduğunuz illüzyonunu başta kendinizde olmak koşuluyla yeryüzündeki diğer insanların gözünde yaratabilirsiniz.
Ancak bir aşkın varlık ve değer adına yola çıktığınızı ve yürüdüğünüzü ilan edip, söylerseniz, işte sadece o zaman yeryüzü yasalarına hiçbir şekilde bağlı olmadan bir hakikat adına kendi kendisini arttıran bir mutlak-otorite olduğunuz illüzyonunu kendinizde ve diğer insanların nezdinde kolayca yaratabilirsiniz.
Yani…
Ancak aşkın bir varlık ve kutsal bir değer ile kendinizi ilişkilendiriğinizde, işte sadece o zaman kendinizi dünyevi ve insani her şeyin üzerinde görme illüzyonuna kapılıp, kendi kişisel yorumlarınızı ve arzularınızı kutsal bir varlığın yasaklar listesi olarak başta kendi komşularınıza ve kendi halkınıza dayatabilirsiniz.
Ve…
İşte…
Ancak o zaman…
Bu yasaklara uymayanları da öldürmek, karılarına-kızlarına köle olarak tecavüz etmek, mallarına el koymak caizdir, diyebilecek bir mutlak-otorite olduğunuza kendiniz bile inanabilirsiniz.
İşte…
Ancak o zaman…
Aşkın bir değerin yeryüzündeki kılıcı olarak, insanların kafalarını çekincesizce kesebilirsiniz.
Bütün bunları ancak o zaman ve sadece aşkın bir değer adına yapabilirsiniz…
Çünkü…
Yeryüzünde bir insanın bir başka insanın üzerinde tahakküm kurmasını, yeryüzünde bir insanın bir başka insanın inancına yasak koymasını, yeryüzünde bir insanın başka bir insanı “kâfir” ilan etmesini ve onu inancı nedeniyle öldürmesini, ona inancı nedeniyle tecavüz etmesini mümkün kılabilecek tek ölçü, dünyevi yaşamın dışındaki aşkın bir değerin, bir mutlak-otoritenin referans gösterilmesidir.
Çünkü…
Yeryüzündeki toplumsal yaşamın yatay-dünyevi ilişkileri içinde bir insanın diğer bir insanı inancından dolayı “kâfir” ilan edip öldürebilmesi, ancak aşkın bir referansla dikey bir ilişki ve özdeşleşme yaratılarak gökyüzüne çıkılıp, sonra da bir mutlak-otorite, bir sınırsız-sonsuz iktidara sahip olma illüzyonuyla yeryüzüne diğer insanların yaşamına bir kutsal misyonla geri gelindiği sanılarak ancak mümkün olabilir.
Yani…
Eğer referansınız gökyüzündeki bir aşkın değer ise, sadece o zaman yeryüzündeki yaşamda her şeyi sonsuz ve sınırsız bir şekilde yapabilirsiniz.
Çünkü…
Dünyevi yaşamın içkinliğinde bu aşkın referansın sınırlarını ve etkilerini denetleyecek başka hiçbir “kutsal” değer yoktur. Tanrı adına seçime de girebilirsiniz, Cihat da yapabilirsiniz; insanları “kâfir” ilan edip linç de edebilirsiniz, soykırım da yapabilirsiniz. Tanrı adına talan ve hırsızlık da yapabilirsiniz; sultanlık ve krallık da yapabilirsiniz. Yeryüzü hukukunun olgusallığında, aşkın değerler adına yapılanların hiçbir cezai müeyyidesi ve düzenleyici yaptırımı yoktur. Bu iki alan doğası gereği birbiriyle uyuşmazlık içindedir.
Bu nedenle…
Yeryüzündeki toplumsal yaşamın ve kamusal alandaki yönetme-yönetilme gibi dünyevi insan ilişkilerinin, eşit ve özgür bireylerin argümanlı söz ile akıl yürütmenin şekillendirdiği ikna amaçlı tartışmalarının, birlikte karar almalarının ve kolektif uygulamalarının geçerli olduğu seküler (kutsallıklardan arındırtılmış) ve demokratik bir işleyişi olmalıdır.
Buna, din ve mezhep savaşlarının, kutsallık çatışmalarının son bulması için, kişisel inanç alanlarının da dâhil olması gerekir.
Ama…
Bu, insanın kendisini, yeryüzündeki herhangi bir insan olarak aşkın bir varlığın kutsal ve mutlak nitelikleriyle ilişkilendirerek, dünyevi ilişkilerde inanç alanında diğer insanların yaşamına ve ölümüne karar verme yetkisine sahip bir mutlak-otorite olunabileceği illüzyonuna kapılarak yapılamaz.
Bu, tüm farklılıkların bir arada kendini ifade ettiği kamusal alanda ve toplumsal yaşamda, aşkın değerler adına, her türden mutlak-otoritelerin biat edilmesi amacıyla verdiği fetvalarla sağlanan kışla disiplini içinde uygun adımlarla yürütülen tek tip bir dünyevi-yaşam modelini dayatma sevdasına kapılarak hiç gerçekleştirilemez.
Tersine…
Bu, inancın mistik derinliğinin aklın ışığıyla aydınlatılarak eşit bir ilişki içinde önce kendi kendini ve komşularını özgürce düşünmeye davet etmek ve insanın kendi yaşam kararlarını kendilerinin vermesini sağlamakla gerçekleşir.
İşte bu da…
Bu yeryüzündeki insanların dünyevi yaşamlarında hak ettikleri düşünce ve inanç özgürlüğüdür.
Çünkü…
Yeryüzü yaşamı, kutsallıkların aşkın-dikey hiyerarşisi ve mutlak-otoritesi yerine, içkin-yatay bir çoğulluk, eşitlik ve özgürlük oluşturmaktadır.
Bu da demektir ki…
İnsan kendi özgür seçimiyle, ister Hristiyan, ister Müslüman olur.
İnsan kendi özgür seçimiyle isterse sadece kendi aklının rasyonalitesine inanan bir ateist olur.
İnsan, isterse kendi yaşam tercihi ile bir eli gökyüzüne dönük bir eli yeryüzüne bakan semahlarıyla sadece kendi yüreğinde aşkın değerleri hisseden bir Mevlevi derviş olur.
Zira…
Yeryüzünde mutlak-otoriteyle dayatılan tek tip bir inanç, gökyüzündeki aşkın bir değerin kazanımı değil; tersine dünyevi yaşamın ve insanlığın yoksullaşmasıdır.
Aynı şekilde…
İnançların özgürlüğü ve eşitliği, düşüncelerin çokluğu ve çeşitliği, sadece gökyüzünün hikmeti değil; aynı zamanda dünyevi insan maneviyatının derinliği ve yeryüzü uygarlığının zenginliğidir.
07.03.2015