Gezi Ruhu ve Düşüncenin Özgür Gücü

Filozoflar Park Meclislerinde Sine-Felsefe Seminerleri, 3 Temmuz-16 Ağustos 2013 tarihlerinde altı hafta boyunca düzenli bir şekilde Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda yapıldı.

“Filozoflar Park Meclislerinde” şiarını, Philo-Sophia’dan gelen etimolojik anlamıyla, bilgelik sevgisi ile hakikati araştıran, yaşamı, varoluşu, içinde bulunulan durumu düşünen insanların, ortak-yaşam alanlarında bir araya gelip fikir belirtmesi anlamında evrensel-orijin bir temelde kullanarak bu seminerler dizisini düzenledik.

Yani…

Her insan, kendi eylemini düşünebilir, kendi durumunun öznesi olabilir, dedik.

Düşünme eyleminin her insanın ortak evrensel kapasitesi olduğu gerçeğinin altını çizdik.

Bu anlamda…

“Hepimiz Filozofuz”, dedik.

Daha önceki çalışmalarımızda da, hepimiz yaşama belli bir anlam vermek için gerçekliği kurguluyoruz, sine-masallar anlatıyoruz tespiti yapmıştık.

Bu anlamda…

“Hepimiz Sinemacıyız”, demiştik…

Bu çerçevede…

Yaşamını hisseden, eylemini düşünen, varoluşunun anlamını kurgulayan, değerlendiren eşit ve özgür bir ortak-insanlık, çoğulcu bir ortak-yaşam buluşması olarak bu SineFelsefe park seminerlerini tasarladık.

Altı hafta süren bu çalışma süresince, Gezi Ruhuyla hep birlikte sıra dışı bir öznel serüven yaşadık.

Çoğunluk filminden Gran Torino’ya, The Visit Of The Band’den Rio Bravoya, Matrix’ten Avatar’a Dünya sinemasında Gezi Ruhu ile birlikte dolaşarak beriki/öteki, haksızlık/adalet, uygarlık/doğa, savaş/barış, gönüllü kulluk/özgürleşme, özneleşme konularından girdik…

Doğrudan demokrasinin, politikanın, felsefenin ortaya çıkışlarına, bu özgün alanların tanımlarına ve işleyiş mekanizmalarına kadar birçok konudan çıktık…

Filmlerin kendi sunduğu sine-fikirlerin zaman-dışı sanatsal çerçevesinde, yaşadığımız güncelliği değerlendirdik, düşündük, tartıştık.

Bir yandan, eserlerle düşünme disiplini içinde, incelediğimiz filmlerin ortak paydasında argümanlı fikir geliştirme ve iknaya yönelik temellendirici akıl yürütmeyle çalışmalarımızı açık hava akademilerine ve park agoralarına çevirerek demokratik Gezi Ruhu’na özgün bir yaşam verdik.

Diğer yandan da sinema sanatının heyecanıyla felsefenin kavramsal sentezinde, parkların ortak-özgür alanlarında gönüllü bir paylaşımla bir araya gelerek, çoğulcu bir ortak-yaşam öznelliğinin ve koşulsuz-çıkarsız bir arada bulunmanın kendisinin saf insani deneyimini gerçekleştirdik.

Tüm katılımcılar, Gezi Ruhu’nun yaz boyunca parklarda yaşayan çoğulcu-kolektif varlığı ve aidiyetler ötesi evrensel öznelliği olarak 2013 Yazının toplumsal-deneysel ortak tarihine geçtiler.

Çünkü…

Bu bir bilgilendirme, bir bilgi aktarma, bir bilinçlendirme çalışması değildi.

Tersine…

Bu, bir birlikte-düşünme ve ortak yaşama eylemiydi…

Bilginin bölen, parçalayan, hiyerarşik pozisyonuna karşı; argümanlı düşüncenin eşit ve özgür bir paydada ortak-insanlık deneyimini gerçekleştirme çabasıydı.

Bu açık hava etkinliğiyle, bu parkta düşünme eylemiyle tabii ki dünyayı değiştirmedik.

Ama…

Dünyanın değiştirilmesi için, çok daha zor olan bir değişimin gerekli olduğunu anladık.

Yani…

Gerçek anlamıyla her türlü radikal bir başlangıç için, aynı zamanda bir öznel dönüşümün zorunlu olduğunu gördük.

Somut olarak…

Öncelikle bir değişimin, bir yeniliğin, verili pozisyonların çıkar savaşlarından geçmediğini saptadık.

Bu çerçevede…

Kamusal alanda bir konuyu ele almanın, düşünmenin de, pozisyon savaşları yapmak olmadığını; bir fikir belirtmenin de piyasada dolaşımda olan temelsiz kanıları olduğu gibi alıp tekrarlamak olmadığını gördük.

Tersine…

Bir konuyu ele alıp, gerçek anlamda düşünmeye başlamanın, fikir geliştirmenin, öncelikle bu verili pozisyonları sorgulayıp aşarak, bu tedavülde olan tekerlemeleri durdurup eleyerek işe başlamakla mümkün olduğunu anladık.

Pozisyonlar dayatma fanatizminden ve ezberlenmiş tekerlemelerin sorgulanmayan tekrarından özgürleşmenin gerçekleştirilmesinin, en zor dönüşümlerden olan, bir “öznel ihtilal” yapmak olduğunu kavradık.

Ama aynı zamanda…

Bu öznel ihtilalin, aslında bir konuyu gerçek anlamda ele alıp düşünmeye başlamanın, kendi argümanları üzerinde ayakta duran fikir geliştirmenin ve temellendirilmiş bir söylem oluşturmanın zorunlu koşulu olmasıyla birlikte, aynı zamanda, çok önemli bir başka işlevi olduğunu da anladık.

Yani…

Felsefenin temeli olan, düşünmeye başlamak için gerekli olan bu öznel ihtilalin; aynı zamanda, tüm farklılıklara rağmen, demokratik bir çoğulcu ortak-yaşam yaratılabilmesinin de, eşit ve özgür bir ortak-insanlığın oluşturulabilmesinin de gerekli evrensel temeli olduğu gördük.

Ve dedik ki…

İşte bu nedenle…

İktidarlar, düşünceden korkarlar.

Yaşamı maruz kalınan bir kutsal kader çizgisi olarak görmeyip, onu önüne bir obje gibi koyarak sorgulamaya, düşünmeye başlayan felsefenin ortaya çıkışı ile Sitenin geleneklerine karşı gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle Sokrates’in ölüme mahkûm edilişi, bu korkunun miladıdır.

İnsanlar düşündükçe, iktidarlar bu tarihi korkuyu ve bu onanmaz saplantıyı tekrar edip duracaklardır.

Düşünce, her daim, despotik iktidarların korkulu rüyası olacaktır.

Çünkü…

Her türlü kutsallığı arkasına alarak, otoriter pozisyonlar dayatarak, bölüp parçalayarak despotluğunu kuran, yapay çatışmalar yaratarak yöneten, ezberlenmiş tekerlemelerin piyasadaki sirkülasyonları üzerinden demagojik iktidarını sürdüren bir erk sistemi, insanlar düşünmeye başladığı anda, birden algılarda ve zihinlerde yıkılır gider.

La Boétie’nin altını çizdiği gibi, despotik iktidarların yıkılması bu kadar basittir.

1848 Avrupa’daki “Halkların Baharı”ından 2011’deki Arap Baharı’na bir anda beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan özgürlükçü halk hareketlerinin gösterdiği gibi, algılarda ve zihinlerde yıkılan despotluklar, aynı anda olgusal olarak da çöküp giderler.

Neden?

Çünkü…

La Boétie’nin dediği gibi, insanlar, bir despotluğun iktidarını, dayatılan otoriter pozisyonları sorgulamadan bir kader gibi içselleştirmesi, piyasada sirkülâsyona sokulan tekerlemeleri de düşünmeden alıp tekrar etmesi sonucu kendi elleriyle, aslında kendi içlerinde kurarlar.

İşte bu nedenle…

Düşünmeye başlamak; her şeyden önce, kader gibi dayatılan despotik pozisyonları reddetmek ve tekerlemelerin tekrarını durdurmak, yani sorgulamadan içselleştirilen bir gönüllü kulluktan özgürleşmek, bir öznel ihtilal gerçekleştirmektir.

Bu öznel ihtilal, her türlü despotik iktidarların algımızda ve zihnimizde yıkılıp yerle bir olmasıdır.

Ama…

Düşünmeye başlayarak gerçekleştirilen bu öznel ihtilal ile despotluk erki sadece algılarda ve zihinlerde yıkılmaz.

Bir despotluğun algılarımızda ve zihinlerimizde yıkılmasıyla gerçek-olgusal anlamda yıkılması özdeştir.

Çünkü…

Etienne de La Boétie’nin Discours de la servitude volontaire (Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 1549) adlı eserinde altını çizdiği gibi, bir despotik iktidar, sadece biz onu içselleştirdiğimiz ve öznel-zihinsel olarak kabul edip, boyun eğdiğimiz, yani kendi içimizde bir kader gibi ona mazur kalarak, onu yaşatarak destek verdiğimiz için ayakta kalır.

Bu nedenle…

Kutsal bir kader olmaktan çıkarıp, önümüze koyarak sorgulamaya, düşünmeye başlayarak öncelikle kendi zihinlerimizde ve kendi öznelliğimizde kulluk etmeyi kabul etmediğimiz bir despotluk, artık pratik olarak da tüm varolma dayanaklarını yitirmiş, yıkılmaya mahkum olmuş, ruhuna Fatiha okunmuş bir despotluktur.

Bu nedenle…

Sokrates’ten beri despotik iktidarların kâbusu; insanların maruz kalmayı, gönüllü kulluğu ve tekrarı durdurup, bir öznel ihtilalle birlikte içinde bulundukları durumu düşünmeye başlamalarıdır.

Yani…

İnsanların, kendi yaşamlarının mağduru değil, öznesi olmalarıdır.

İşte her an insanların bu özneleştirici ve özgürleştirici düşünme eylemine başlayabileceği kâbusu içinde korkuyla yaşayan iktidarların, kendi despotik varoluşlarını sürdürmek için ihtiyaçları olan şeyler bellidir.

İktidarların bekası için…

İnsanlar, düşünmek yerine, itaatkar alışkanlıkları tekrar etmelidirler.

İnsanlar, düşünmek yerine, sorgusuz sualsiz biat etmelidirler.

İnsanlar, düşünmek yerine, “aç karnınızı doyurduk”, diyen iktidara şükredip, dua etmelidirler.

İnsanlar, siz aç karnınızı doyurmakla uğraşın, biz sizin adınıza her türlü yaşam projesini yaparız, diyen her kesimden gelen egemenlik tacirlerine kaderlerini teslim edip, önlerinde secdeye kapanmalıdırlar.

Özünde…

İnsanlar düşünmek, özneleşmek, özgürleşmek, yani kendi yaşamlarının özgür-özneleri olmaları yerine: her türlü egemenlik kuran iktidarlara gönüllü kulluğu seçerek, despotluğa tapmalıdırlar.

Bu nedenle…

Her kapıyı açan maymuncuk gibi, toplumsal “hassasiyetler” olarak adlandırılan bir sihirli nitelemenin ardındaki itaatkar gelenekler ve tutucu alışkanlıklar, aslında piyasadaki tekerlemelerin sorgusuz sualsiz tekrarını ve despotluğa koşulsuz biat etmeyle tapınmayı sağlamaya hizmet eder.

Bu nedenle…

Devletin bir ruha sahip olmayan mekanik bir idari mekanizma yığını olarak herhangi bir metafiziğinin, herhangi bir inancının olması mümkün değilken; inanç, doğası gereği, kendi varoluşunun bilincinde olan bir öznenin, bir öznelliğin kendi yaşamını ilgilendiren özel bir seçim ile aşkın bir değer arasında oluşturduğu metafizik bir bağ iken; inanc, bir bireyin öznelliğiyle bir aşkın değer arasında gerçekleşen özel ve doğrudan (araçsız-aracısız) bir karşılaşmayla oluşan bir kişisel bağlanma bilgeliğiyken; kutsallığı tekeline aldığını idda eden bir devletin, devasa bir kadro ve bütçe ile topluma dini inanç diye vaaz ettiği, aslında yeryüzüne içkin olgusal yaşamın en geri sosyolojik alışkanlıkları ve en tutucu geleneklerdir. Özünde de sadece itaat ve tekrar irfanıyla asıl yeryüzü iktidarlarına biat edip, şükreden gönüllü kullar yaratmayı hedefler.

Bu nedenle…

Devlet eliyle yapılan temel eğitim, taze beyinleri aptallaştırarak yeni gönüllü kulluk adayları yaratır. Bu nedenle eğitim sistemi, öğrenmenin kendisini öğretip, içeriği serbest bırakıp tekrarı durduran, düşündüren, özgürleştiren bir eğitim değil; tersine öğrencilerin neleri öğrenip öğrenmeyeceğini yasaklarla belirleyen, ezberci, tekrarcı, aptallaştırıcı, yani kullaştırılmış zihinler ve vücutlar formatlayan bir eğitimdir.

Bu nedenle…

Üniversiteler, despotik küçük kullukların icra mekanizmaları haline gelir. Bu nedenle üniversiteler, sorgulayan, düşünen, fikir üreten kurumlar olması gerekirken, kaza ile sorgulayan, düşünen bir akademisyen çıktığında, ona idari soruşturma açan, disiplin cezası veren, işten atan denetim ve biat organlarına dönüşür. Hocaların özgürce araştırma yapmasını, düşünmesini, fikir üretmesini sağlaması gerekirken, üniversite yönetimleri emir komuta zinciri içerisinde iktidarın postal seslerinin ritmiyle uygun adımlarla yürünen biat ordularının kışlalarına dönüşür, yani özünde kendi kendisinin özerk varoluşunu sakatlayarak kendi kendisinin gönüllü kulluğunu yaratan, yaşatan padişahçı-efendici tekrar mekanizmaları haline gelir.

Bu nedenle…

Yeryüzündeki varoluşunu, yaşamını, eylemini, düşünmek geleceğini özgürce seçmek ve hazırlamak için gelmiş öğrencileri kullaştırmayı garantilemek amacıyla, üniversitelerin özel güvenlikçi destekli kışla disiplinine ve emir komuta içindeki yönetimlerine bir de polis gözetimi ve denetimi eklenmeye karar verilir.

Bu nedenle…

Medya, kendi doğasını inkâr eden bir şekilde kralcı ve şakşakçı olur. Bu nedenle medya, topyekûn gönüllü kulluğu içselleştirmiş bir mesleki tutum; ezberci, tekrarcı, aptallaştırılmış, hilekâr bir içerik üretimi ile sorgulamadan, fikir üretmeden, düşünmeden iktidar borazancılığı ve güç soytarlığı yapan ihale gruplarına dönüşerek, kendi acınacak haline acıyacak reflekslerini bile yitirmiş bir biat etme ve tapınma aracı haline gelir.

Bu nedenle…

Tüm insanlık tarihinin ortak değerlerine aykırı bir şekilde, toplumsal erdem, despotik bir iktidara gönüllü kulluk etmeyenlerin ihbar edildiği bir “muhbirlik edebi” olarak şekillendirilir.

Bu nedenle…

Her mahalle köşesine konulmak istenen ihbar kutularıyla tüm toplumun, insanların daha çok “edepli” olma şampiyonasında birbirleriyle sonsuz ve sınırsız bir şekilde yarışacağı bir ihbarcılık olimpiyatlarına çevrilmesi hedeflenir.

Bu nedenle…

Toplumsal “hassasiyet” adına, gönüllü kulların aciz ve kinci davranışlarının ifadesi intikamcı-linçler özendirilir. Bu nedenle her türlü özgürleştirici düşünceye ve demokratik hak talebiyle kamusal alanlara çıkanlara karşı; yargıya şikâyet edin, polise ihbar edin, tepki verin, siz de sokağa çıkın bu iktidara sahiplenin, diyerek, eli palalı, eli sopalı kulların güvenlik güçleriyle birlikte karanlık sokaklarda gencecik fidanları  linç etmeleri bir vatan kurtarma, bir destan yazma kahramanlığıymış gibi gösterilir.

Bu nedenle…

Bütün bir toplum, kendi duyarlılığını, kendi aklını, kendi vicdanını sakatlamış, bir despotik iktidarın emir komuta zinciri içerisinde uygun adımlarla yürüyen gönüllü kullar ordusuna çevrilmek istenir.

Sonuç olarak.

İşte bu nedenle…

Tüm toplumun; aptallaştırmaya, kullaştırmaya, putlaştırmaya karşı, insan olma duyarlılığı, haksızlığı vicdanında hissetme kapasitesi ve düşünebilme rasyonelliğiyle karşı çıkarak Hayır! diye haykırabilme reflekslerini yitirmiş itaatkar bir anonim yığına dönüştürülmesi, despot bir iktidara biat edip, tapmaya başlamış bir ümmet haline getirilmesi hedeflenir.

Çünkü

Despotik iktidarların var oluşunun doğası ve bekası bunu gerektirir:

Yaşama bir kader gibi maruz kalarak boyun eğme ve şükretme; despotluğa biat ve tapınma.

Ama…

Eğer insanın yeryüzünde var oluşunun bir amacı varsa ve yaşamın bir anlamı olacaksa, bu öncelikle bütün bu dayatılanları “neden?” diyerek düşünmekten geçmektedir…

Yani…

Dayatmaları ve tekrarı durdurarak, düşünmeye başlamayı, özneleşmeyi, özgürleşmeyi gerektirmektedir…

Yani…

Bütün bu kullaştırma dayatmaları karşısında, inadına insan kalmak, inadına bir özne olmak; sadece düşünmeyi, yani bir öznel ihtilal yapmayı gerektiriyor.

Bu nedenle…

Düşünmek; içselleştirilen ve bir kader gibi maruz kalınan tüm bu despotluk mekanizmalarını ve bunları içselleştirmeye hizmet eden tüm tekrar sistemini bir öznel ihtilalle algılarda ve zihinlerde yıkmayı ifade ediyor…

Yani…

Düşünmek, gönüllü kulluktan kurtulmak, özgürleşmek oluyor.

Ve şunu biliyoruz ki…

Düşünmek, her insanın sahip olduğu ortak-evrensel bir kapasitedir.

Her insan kendi varoluşunu, yaşamını ve eylemini düşünebilir.

Her insan, içinde bulunduğu durumun özgür bir öznesi olabilir, yaşamını kendisinin belirlediği bir düşünce temelinde yaşayabilir.

Yani…

Her insan düşünceli davranabilir, her yaşam düşünce içerebilir.

Hiçbir efendiye gönüllü kul olmadan…

Hiç bir insana şükretme zorunluluğu duymadan.

Hiç bir iktidara biat etmeden, hiç bir despota tapmadan.

İşte bu nedenle…

Yani…

Sadece…

Düşündüğümüz için…

Sadece…

Her zaman içinde bulunduğumuz durumun ve yaşamımızın özgür özneleri olabileceğimiz için…

Sadece…

Ve sadece…

Kendi düşünceli eylemimizle bir öznel ihtilal gerçekleştirebileceğimiz için…

Filozoflar Park Meclislerinde, dedik…

Herkesi Park-Agoraları’na davet ettik.

Sine-Felsefe Atölyesinde, filmlerin sanatsal düşüncesinin özgür ritimleriyle birlikte dünyayı öznel olarak dolaşarak kendi pratik varoluşumuzu, somut durumumuzu ve bir insan olarak yaşamımızı düşündük.

Bu nedenle…

Bu park Agoraları’ndaki düşünme eyleminin; özneleştirişi, özgürleştirici öznel ihtilalinde aynı zamanda yaptığımız şuydu:

Gönüllü kullukla biat etmiş, sadece şükretmekle yetinen tüm kurumların ve resmi alanların dışında, gerçek ortak-özgür sivil alanlar yaratabilmek.

Yani…

İnsanların eşit ve özgürce bir arada yaşadığı çoğulcu bir demokratik toplum düşüncesiyle sivil topluma ait olan kamusal alanları, “Gezi Ruhu” sadakatiyle duygu ve fikir paylaşımlarına ve demokratik ortak-yaşam deneyimlerine çevirebilmekti.

Yani…

Öncelikle kendi durumunu ve eylemini düşünebilen, yeryüzündeki yaşamını kendince anlamlandıran, duygularını, fikirlerini özgürce paylaşan herkesle birlikte, açık hava sineması sevinci ve film sanatı heyecanının evrenselliğinde çoğulcu bir ortak-yaşam deneyimi gerçekleştirebilmekti.

Yani…

Bu çılgın topraklarda Gezi Ruhu ile doğan bu birleştirici özgün bir “özne oluş” serüvenini, tüm klasik aidiyet şablonlarını alt üst eden bu beklenmedik kolektif öznellik ve ortak-insanlık duygusunu hissetmek ve düşünmekti.

Yani…

Bu güzel ve acılı topraklarda hiç beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan ve yepyeni bir toplumsal ortak-kaderi sabır, inanç ve neşeyle ilmik ilmik örmeye aday olan bu özgür ve eşit kolektif-yaşam deneyimini ve demokratik-kamusal yaşam fikrini parklarda zenginleştirmekti.

Yaz boyunca, sınırlı bir zamanda, belli bir yerde ve belli bir biçimde, belli bir çalışmayla sadece bunu yaptık.

Sadece filmlerle birlikte düşünerek ve hissederek.

Ama…

Özgürleştiren düşünce, özneleştiren kolektif öznellikler, eşitlikçi bir ortak-insanlık duygusu ve çoğulcu ortak-yaşamlar fikri sınırsız, sonsuz ve zaman dışıdır.

Yani…

Ölümsüzdür.

Bu da demektir ki…

Sonsuz geri dönüş mitolojisi gibi, her daim yaşam bulabilir.

Yani…

Her zaman, bir anda, bir yerlerde, bir biçimde, aktüalize edilebilir.

Gönüllü kulluk ile yaşanan, düşüncesiz yaşamların korkusu, çaresizliği ve iktidarsızlığı karşısında;

Düşüncenin özgür gücü işte budur.

Çünkü…

Düşünmek:

Aynı zamanda, hem zaman-dışı olanı günceller, sonsuzluğu aktüalize eder; evrenseli tekil deneyimlerde somutlayarak anlamlandırır.

Hem de tekil ve lokal olan deneyimlerde kolektif ve evrensel olanı hedefler.

İşte…

Bu nedenle…

Bir fikirle yaşanan düşünceli yaşamların tekil gücünün tükenmez enerjisi, sevinci, anlamı ve sarsıcı kozmik hazzı buradan gelir.

Zamanda ve mekanda sınırlı olan bir olgusal lokal deneyimde, sonsuz ve sınırsız olanın öznel olümsüzlüğünü kolektif olarak yaşamak.

Gezi Ruhu gibi…

Her daim hayali yeryüzünde dolaşabilen ve her an yaşanması mümkün olabilecek olan.

Düşünceyle Kalın!

22 Ağustos 2013