Felsefi Sorular V – Din ve İktidar, Vahhabizm II – Suudi Arabistan

Bir önceki çalışmamızda, Vahhabizm’i belli bir İslam yorumu olarak “din ve iktidar” (otorite) ilişkisi içinde, teolojik düşünce düzeyinde ele alıp, sorguladık.

Bu bölümde Vahhabizm’i yine “din ve iktidar” bağlamında, ama bu kez de Suudi Arabistan Krallığı ile siyasi ittifakı içinde ele alıp, düşünelim.

Yani…

Vahhabizm’in, XVIII. yüzyılda Arap yarımadasında ortaya çıkan fundamentalist (sadece temel kaynakları referans alan) ve sekter (azınlık) bir İslam anlayışı olarak, yeni kurulan bir krallığın, yani monarşik bir siyasi iktidarın resmi devlet ideolojisi haline neden ve nasıl geldiğini anlamaya çalışalım.

Yani…

Öncelikle çoğunluk ortadoks-Sünni İslam’ın kendisine karşı sekter bir İslam anlayışını vaaz ederek ve bu İslami geleneğin içinde yaşayan Müslüman halkların bizzat kendisine Cihat açarak ortaya çıkan bir fundamentalist imam ile krallık hayalleri kuran bir yerel Emirin yaptığı tarihi bir “din ve iktidar” ittifakı sonucu bir ailenin oligarşik (azınlık) iktidarı olarak XVIII. yüzyılda doğan teokratik (dini temeller üzerine kurulu) Suudi Arabistan Krallığı’nın, 3 yüzyıl sonra, nasıl İslam’ın yeryüzündeki çoğunluk geleneğini ifade eden aynı Sünni Müslümanların meşru temsilcisi rolünü oynayan bir misyoner-devlet haline geldiğini anlamaya çalışalım.

Yani…

XVIII. yüzyılda İslami Cihat adına Müslümanların İstanbul’daki kendi siyasi-hukuki temsilcisi Halifeliği tehdit eden, Mekke’yi, Hicaz’ı yerle bir eden, bu kutsal topraklardaki tarihi eserleri, türbeleri ve mezarları yakıp yıkan, Peygamber’in mezarındaki tüm değerli hediyeleri talan eden, komşuları bedevi Arap kabilelerinin İslam inancını putperestlikle suçlayıp, Müslümanları kâfir ilan edip öldürerek, mallarına el koyarak büyüyen ve zenginleşen bir “din ve siyasi iktidar” ittifakının yarattığı bir teokratik-monarşi olan Suudi Arabistan Krallığı’nın misyoner devlet ideolojisi olan Vahhabizm’in, günümüzde yeryüzündeki tüm Selefiler ve radikal İslamcılar tarafından saf-orijin bir İslam’ın hakikati ve bozulmamış bir İslam geleneğinin temel referansı olarak savunulmasının çelişkisini anlamaya çalışalım.

Yani…

XVIII. yüzyılda, Arap yarımadasının ortasındaki çöllerle çevrili küçük bir vahada, bedevi kabileler diyarında vaaz edilen fundamentalist ve sekter bir İslam anlayışının, 1000 yıllık İslam uygarlığının her türlü geleneksel içtihat (akıl yürütme) çabasını, dini yasalarının kaynağını belirleyen hukukunu (fıkıh), inanç (teoloji) derinliğini ve maneviyat (tasavvuf) zenginliğini,  saf-orijin İslam’a geri dönüş mitolojisi ve birebir tekrar metodolojisi ile biçimsel öykünmelere ve ibadetlere indirgeyerek reddeden bir İslam anlayışı olan Vahhabizm’in; bu tarihi “din ve siyasi iktidar” ittifakı ile elde ettiği kılıcın keskinliği ve günümüzün Petro-dolarlarının gücüyle nasıl aynı anda hem kutsal toprakları işgal eden bir yerel ailenin teokratik iktidarının siyasi ideolojisi olabilmesinin, hem de evrensel İslam inancının ümmetinin tüm dünyadaki doğal Sünni temsilcisi rolünü oynayabilmesinin paradoksunu sorgulayalım.

Yani…

Yerel-azınlık ve yüzeysel-biçimsel bir İslam anlayışının, bir yandan, 1000 yıllık İslam uygarlığının genel kabul gören, tasavvufunu, teolojisini, hukuk ekollerini, felsefesini, müziğini, edebiyatını, şiirini, sanatını, tarihi eserlerini yerle bir ederken; diğer yandan da, Müslüman halkların tüm popüler geleneklerini ve çokluk içeren inanç-ibadet tarzlarını tek tipleştiren sekter bir teoloji ve fetvalarla başta Müslümanların kendisine Cihat ilan ederek kendi iktidar ideolojisini empoze eden Vahhabizm üzerinde kurulan bir teokratik Krallığın, XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu tarafından bizzat savaşla iki kez yok edilmesine rağmen, nasıl XX. yüzyılda yeniden doğduğunu ve kendisini gerçek saf-orijin bir İslam anlayışının misyoner devleti olduğu mitolojisini tüm Müslüman dünyaya kabul ettirebildiğini anlamaya çalışalım.

Yani…

XVIII. yüzyılda, dönemin hem İslam alimleri ve İslami ekolleri tarafından yazılan kitaplarda, yapılan açıklamalarda, verilen fetvalarda, hem de Müslüman Sünni çoğunluğun bizzat kendisi tarafından yaşanan popüler İslam geleneği içinde verdiği tepkilerinde, İslam’dan sapan fundamentalist, biçimci ve sekter bir yorum olarak değerlendirilen Vahhabizm’in, Suud ailesiyle gerçekleştirdiği ittifaktan doğan bir oligarşik-teokratik devletin misyonerliğiyle son 40 yılda Endonezya’dan Nijerya’ya, Filipinler’den Cezayir’e tüm İslam uygarlığının çehresini radikal bir biçimde nasıl değiştirdiğini, yeryüzünde Sultanlık ve Halifelik hayali kuran bilcümle dünyevi faninin dört elle sarıldığı radikal bir iktidar ideolojisi haline nasıl geldiğini kavramaya çalışalım.

Yani…

Mesafe alıp, rasyonel bir biçimde değerlendirmeye çalışalım…

Düşünelim…

XVIII. yüzyılda Suudi Arabistan’da doğan Vahhabizm, aslında bir negatif niteleme olarak, kurucusu Muhammed Bin Abdulvahhab’ın dışında, öncelikle kendi kardeşi Süleyman Bin Abdulvahhab tarafından yazılan eleştirel kitapta olduğu gibi, ona karşı çıkanlar tarafından kullanılmıştır. Süleyman Bin Abdulvahhab, “İslam âlimleriyle diyaloğu reddederek ve ulemalar arasındaki görüş farklılıklarını görmezden gelerek, Kuran ve Hadislerden yeni kurallar çıkardığını iddia edenler bizi üzmekle kalmıyor; daha da kötüsü, bu kuralları kabul etmeyen insanları kâfir ilan ederek, herhangi bir kimseye kendi kurallarını empoze ediyorlar” diyerek Vahhabizm’i ilk olarak kendisi eleştirmiştir (Al-sawaiq al-ila-hiyya fi al-radd ala al-wahabiyya, Beirut, Dar Dhu Al-Faqar, 1998, s. 5; Divine thunderbolts in reply to WahhabismLes foudres divines réfutant le wahhabisme. Süleyman Bin Abdulvahhab’ın kitabı ilk kez 1899 yılında Bombay’da yayınlanmıştır).

Oysa…

Muhammed Bin Abdulvahhab, başta kendi kardeşi ve ortodoks-Sünni Müslüman çoğunluk tarafından negatif (sapma) ve sekter (çoğunluğa aykırı-azınlık) bir niteleme anlamında Vahhabizm olarak adlandırılacak İslam hareketini kurarken, tabii ki kendini bir Vahhabist olarak değil, bir Selefi olarak niteler.

Yazı dizimizin “Felsefi Sorular III, Din ve İktidar, Selefizm” bölümünde Misyoner-Militan Selefilerve Cihatçı Selefiler olarak Selefizm’i inceledik. Vahhabizm ve Müslüman Kardeşler’in XX. yüzyılda Suudi Arabistan’da karşılaşmasından doğan ve günümüzde Mısır’da, Tunus’ta partiler kurarak seçimlere giren Siyasi Selefiler hareketini ise, Müslüman Kardeşler’den sonraki çalışmamızda ele alacağız.

Daha önceki çalışmalarımızda gördük…

Selef; Arapçada önde olanlar, atalar, öncüler, eskiler anlamına gelen genel bir terimdir.

Bu genel anlamıyla birlikte İslami bir hareketi nitelemek için özelde kullanıldığında, Selefler; İslam’ın ilk-orijin kuruluş dönemindeki hakikate sahip olan Peygamber’in yoldaşlarını, Halifeleri ve onlarla birlikte İslam’ın ilk 300 yıllık dönemdeki kurucu-öncü, dindar-eskiler, erdemli-atalar olarak ilk üç kuşağı ifade ederler (Selef-i Salih).

Selefi(ler) ise, İslam’ın bu ilk-orijin dönemine ve kurucu-öncü ataların bozulmamış hakikatine ve saf geleneğine geri dönmeyi savunan bir Müslümanı (Müslümanları) genel anlamda ve pozitif olarak nitelemek için kullanılan bir terimdir.

Selefiya ise, İslam’ın bu ilk-saf kurucu dönemine, Peygamber’in yoldaşlarının örnek-dindar geleneğine, İslam’ın kurucu kaynaklarına, dindar ataların öncü yaşamına, İslam’ın bozulmamış hakikatine topyekûn bir orijin-dönem olarak geri dönmek anlamına gelen bir genel İslami hareketi ifade eder. İslam’ın bu kurucu-orijin dönemine ve dindar-öncü ataların geleneğine geri dönmeyi amaç edinen tüm İslami hareketler, genel olarak bir Selefiya hareketidir

Bu genel tanımların anlamlarına göre…

Başlangıçta negatif bir niteleme ile Ortodoks-Sünni İslam’dan sekter bir sapma olarak nitelenen Vahhabizm’in kurucusu Muhammed Bin Abdulvahhab da, saf İslam’a geri dönmeyi amaç edinen bir dindar olarak kendisini adlandırdığı gibi, bir Selefi Müslümandır.

Aynı şekilde, aynı tanımların anlamlarına göre…

Özelde katı ve sekter bir İslam yorumu olarak nitelenen Vahhabizm hareketi de, genel olarak İslam’ın ilk-saf dönemine dönmeyi ortak amaç edinen tüm diğer İslam hareketleri gibi, bir Selefiya hareketidir.

Aynı şekilde…

Muhammed Bin Abdulvahhab’ın kendisinin de esinlendiği ve referans olarak kabul ettiği IX. yüzyılda yaşayan İslam fıkıhçısı İbn Hanbel ve daha sonra kendine İbn Hanbel’i referans alan XIII. yüzyılda yaşayan İslam Hukukçusu ve teoloğu İbn Teymiye de birer Selefi Müslümandırlar.

Aynı anlamda.

Bugün İslam’ın ilk-orijin dönemine geri dönmeyi savunan tüm Misyoner, Cihatçı, Politik İslam hareketleri gibi, günümüzün Vahhabistleri de, aynı zamanda, kendilerini genel olarak Selefiler olarak adlandırırlar.

Bu nedenle de…

Günümüzün tüm Misyoner, Cihatçı ve Siyasi Selefileri, kendi aralarında din ve iktidar ilişkisi gibi belli konularda farklılıklar olsa da, sırasıyla İbn Hanbel’i, İbn Teymiye’yi ve Muhammed Bin Abdulvahhab’ı birer kurucu-öncü Selefi olarak ortak bir şekilde referans alırlar.

Çünkü…

Bir İslam fıkıhçısı ve Sünni İslam hukuku ekolü Hanbelizm’in kurucusu olan İbni Hanbel de, bir İslam fıkıhçısı ve teoloğu olan İbn Teymiye de, bir İslam teoloğu ve Vahhabizm hareketini kuran Muhammed Bin Abdulvahhab’ın da farklı dönemlerde ve farklı koşullarda yaptıkları şey, özünde aynı şeydir:

İslam’ın ilk-saf orijin dönemine, bozulmamış hakikatine ve öncü dindar ataların geleneğine geri dönmek.

Yani…

Nietszhe’nin sözünü uygularcasına “tarihi balyozla kırarak”, İslam uygarlığının zamansal sürecini, mekânsal varlığını, kültürel ve geleneksel bağlamını yok sayarak temel kaynakların ve saf hakikatin ilk-orijin mitolojisine doğrudan geri dönerek, sadece İslamiyet’in bu kuruluş dönemine birebir bir tarzda öykünmeyi ortak bir metodoloji olarak kabul etmek.

Tabii ki…

Sadece bu biçimsel ve tekrarcı birebir öykünmeyi, gerçek Müslümanlık ve doğrudan İslam dininin hakikatine varmak olduğunu vaaz etmek.

Böylece…

Bunun dışındaki her şeyi sapma, putperestlik ve kâfirlik olarak ilan etmek.

Dolayısıyla…

İslam’ın kutsal hakikatine sahip tek sekter Müslüman grup olarak, ilahi bir coşku ve kutsal bir dokunulmazlık ile başta tüm sahte Müslümanların katledilmesinin saf İslam adına caiz olduğu fetvalarıyla tüm İslam düşmanlarına karşı Cihat eylemek.

İbn Hanbel; IX. yüzyılda gelişen Antik Yunan filozoflarının kategorileriyle Kuran’ı yorumlayan ve Allah’ın birliği üzerinde İslam filozoflarının felsefi tartışmalarına karşı çıkarak, Kuran’a ve özellikle de Peygamber’in Hadislerine geri dönerek sadece onları hiçbir yoruma tabi tutmadan kelimesi kelimesine kabul etmeyi, bu temel kaynakların dışındaki tüm felsefi spekülasyonları ve aklın sorgulamalarına savaş açarak reddeder.

İbn Teymiye; Moğolların İstilası karşısında Şam’ı savunmak için, Moğolların gerçek İslam inancıyla alakası olmayan kendi dünyevi yasalarını uygulayan sahte Müslümanlar olduklarını, Müslümanlığı sadece İslam topraklarını istilada başarılı olmak için protokol olarak kabul ettiklerini söyleyerek, Kuran’ın yasaları olan şeriata geri dönmek gerektiğini fetvalarla buyurularak Moğolların bu “danışıklı” İslam’ına karşı Cihat ilan eder ve bizzat bu kutsal savaşa bizzat kendisi de katılır.

Muhammed Bin Abdulvahhab; Osmanlı İmparatorluğunun ve İslam uygarlığının yerel-kültürel gelenekleri içinde “uyduruk” Müslümanlık olarak yorumladığı halkın mezar-türbe ziyaretlerine, ermişlere dua etme geleneklerine, Peygamber’in doğumunu Mevlut ile kutlama alışkanlıklarına, Mevlevilerin mistik danslarına, Şiilerin-Alevilerin sazlı sözlü ibadetlerine Tevhit (Allah’ın birliği) teolojisiyle karşı çıkarak, bütün bunları Allah’a Şirk (ortaklık) koşma, yani putperestlik olarak değerlendirip, Kuran’a, Hadislere, İslam’ın ilk-saf dönemine ve öncü ataların orijin geleneğine dönmeyi zorunlu kılarak, halkın bu taklit İslam’ına karşı Cihat açar.

Yani…

İbn Hanbel, İbn Teymiye, Muhammed Bin Abdulvahhab’ın farklı koşullarda, farklı zamanlarda farklı İslam düşmanlarına ve sahte Müslümanlara karşı aynı orijin-saf İslam’ın hakikatine ve öncü-kurucu ataların örnek geleneğine geri dönme mitolojisine sarılırlar. Bunu yapmayan Müslümanları da, sahte Müslüman olarak ilan ederler ve sahte Müslümanların da dinden çıktıkları için katli caizidir; çünkü gerçek İslam bu orijin mitolojisinin İslam’ıdır.

İşte…

Bu nedenle…

Genelde günümüzün tüm MisyonerCihatçı ve Siyasi Selefileri ve Selefiya hareketleri için İbn Hanbel, İbn Teymiye ve Muhammed Bin Abdulvahhab ortak bir referans oluştururlar.

Ama…

İslam uygarlığında, bir de özgün ve tarihsel olarak belirli bir dönemde ortaya çıkan özel ve tekil bir İslami düşünce hareketi olan Selafiya vardır.

İslam uygarlığında, Jamaluddin Afgani tarafından kurulan belirli ve özgün bir İslami düşünce hareketi olaraknitelenen bu Selefiya, XIX. yüzyılda doğmuştur. Bu özgün Selefiya hareketi, bir yandan, hem Batı uygarlığıyla tanışarak dejenere olan İslam’ın ilk-orijin dönemine geri dönerek arınmasını, hem de temel kaynakları güncel bağlamda yeniden yorumlayarak (içtihat),  reform yapmayı ve İslam’ı modernize etmeyi savunan; diğer yandan da, hem Batı sömürgeciliğine ve Osmanlı İmparatorluğuna, hem de yerel Müslüman diktatörlere karşı olan belirli bir İslami düşünce hareketidir.

Bu nedenle…

Selefiya nitelemesinin genel kullanımı yerine, bu tarihsel belirlenmişlik ve fikirsel özgünlük anlamında XIX. yüzyılda doğan ve temel kaynakların aklın yorumuna ve tarihsel koşulların bağlamına göre reform yapmayı savunan aynı anda hem fundamentalist hem de modernist İslami düşünce hareketi olan bu Selefiya’yı savunan Selefiler ile İbn Hanbel (IX. yy.), İbn Teymiye (XIII. yy.) ve Vahhabizmin kurucusu olan Muhammed Bin Abdulvahhab (XVIII. yy.) gibi Selefilerin temel kaynakların her türlü yorumu ve tarihsel bağlamla ilişkilendirmeyi kesinlikle yasakladıkları Selefiya hareketiarasında, temel kaynaklara ve İslam’ın ilk dönemine dönme prensibi dışında, başka bir benzerlik yoktur.

Aynı şekilde…

XIX. yüzyılda Jamaluddin Afgani’nin kurduğu bu fundamentalist ve reformist-modernist İslami düşünce hareketi olan Selefiya’yı savunan Selefiler ile günümüzün (Felsefi Sorular II’de incelediğimiz) Misyoner Selefiler’i, Cihatçı Selefler’i ve Arap Baharından sonra ortaya çıkan Siyasi Selefiler’i arasında da (İslam’ın temel kaynaklarına ve ilk-orijin dönemine dönme prensibi dışında) başka bir benzerlik bulunmaz.

Tersine…

Paradoksal bir biçimde…

Günümüzün tüm Misyoner, Cihatçı ve Siyasi Selefileri bu XIX. yüzyıldaki hem fundamentalist hem de reformist-modernist Selefiya hareketini düşüncede ve pratikte savunmak yerine; tersine (daha önce incelediğimiz kendi aralarındaki “din ve iktidar” konusundaki belli farklar dışında) özünde hepsi Vahhabistler gibi Tevhitçi (Allah’ın birliği) ve Tekfirci’dirler(dinden çıkarma-dinsiz ilan etme).

Yani…

Daha önce incelediğimiz-“mutlak otorite totolojisi” (kısır döngü) mekanizmasıyla kendilerini İslam’ın hakikatine sahip azınlık-öncüler, Allah’ın yeryüzündeki ayrıcalıklı kulları ilan edip, sonra da mutlak-otoriteye sahip ayrıcalıklı dünyevi kullar gibi davranıp, diğer dünyevi kulların inançlarını yargılayıp, mahkûm ederek cenneti hak etiklerine inanırlar.

Yani…

Kendileri de yeryüzünde dünyevi birer kul olmalarına rağmen, Kuran’dan çıkartıp formüle ettikleri Tevhit (Allah’ın birliği) doktrini ile Allah’ın yeryüzündeki ayrıcalıklı yetkilisi olarak diğer dünyevi kulları Allah’a Şirk (ortaklık) koşmakla suçlama yetkisini kendilerinde görebilmektedirler. Şirk koşan Müslümanların dinden çıkmış olduklarına Allah adına yeryüzünde karar verebilen ve bu Şirk koşan Müslümanların putperest ve kâfir olduklarını ilan ederek, onları dinden çıkarma (Tekfir) otoritesine, öldürme hakkına ve meşruluğuna sahip olduklarına inanırlar. Bu nedenlerle de, sadece kendilerinin cennete gidebileceklerini sanarak İslam’ın saf-mutlak hakikatine sahip olduklarını düşünüp, kendilerini gerçek, kendi yorumlarına uymayan tüm diğerlerinin de sahte Müslümanlar olduğu inancını taşırlar.

Çünkü…

Günümüzün Selefileri de, referans aldıkları Muhammed Bin Abdulvahhab’ın XVIII. yüzyılda Müslüman topraklarda ve Hicaz diyarında vaaz ettiği fundamentalist ve sekter İslam yorumu olan Vahhabizm gibi; başta Müslümanların genel kabul gören kendi ortodoks-Sünni inanç anlayışını, temel İslami Hukuk ekollerini, İslam maneviyatının temeli tasavvuf ekollerini, İslam inancının temel teoloji ekollerini, İslam filozlarının devasa eserlerini, İslam alimlerinin geleneksel çalışmalarını, İslam uygarlığının şiirini, edebiyatını, sanatını, tarihi eserlerini ve topyekûn kültürel zenginliğini yok sayan, Müslümanların kendisini putperestlikle suçlayıp kafir ilan eden yıkıcı bir nihilizm içermektedir.

Bu çerçevede…

Günümüzün tüm dindarsiyasiCihatçı Selefiler’ine, yeryüzünde Sultanlık ve Halifelik hayali gören bilcümle iktidar tutkunlarına teolojik ve politik olarak referans olan misyoner Vahhabizm’i, “din ve İktidar” bağlamında Suudi Arabistan Krallığı’nın kuruluşuyla temel ilişkisi içinde sorgulamaya devam edelim…

Muhammed Bin Abdulvahhab, XVIII. yüzyılda Sünni Müslüman halkın popüler inançlarına ve Şiilerin ibadet tarzlarına karşı fanatik-misyoner İslam vaazları nedeniyle başta kendi köyünden olmak üzere Irak’tan Hicaz’a her yerden Müslümanlar tarafından kovulurken, yerel bir emir olan Muhammed İbn Suud, bu sekter İslam vaazlarının misyoner imamıyla yakından ilgilenir.

Arap yarım adasının ortasındaki çölde küçük bir kabilenin reisi olan Muhammed İbn Suud, Abdulvahhab’ın bir yandan İslam uygarlığı içindeki hukuk (fıkıh), tasavvuf (maneviyat), teoloji (inanç), felsefe (rasyonalite) gibi tüm farklı metodolojileri reddederek İslam alimlerine ve entelektüellerine birer sapma olarak sırt çeviren; diğer yandan da, yerel kültürleri ve ibadet biçimlerini putperestlik olarak yasaklayıp bu yasaklara uymayan Müslümanları kafir ilan ederek öldürülmelerini caiz kılan saf ve katı İslam vaazları veren Muhammed Bin Abdulvahhab ile 1744 yılında tarihi bir anlaşma yapar.

“Necd Paktı” olarak adlandırılan, “Allah ve onun Peygamberi” adına yeryüzünde yapılan bu tarihi-dünyevi anlaşma ile Suud ailesinin, tüm Arap kabilelerini Vahhabizm’in fundamentalist İslam yorumu altında birleştirerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki egemenliğine karşı I. Suudi Arabistan Krallığı’nı (1744-1818) kurmasına ve Vahhabizm’in de bir devletin birleştirici dini ideolojisi olmasına yol açacak özel bir “din ve siyasi iktidar” ilişkisini başlatır.

Vahhabizm, saf-orijin İslam adına temel kaynaklarına kelimesi kelimesine uymayı ve kurucu dindar ataların geleneğine birebir dönmeyi, bunun dışındaki her türlü popüler İslam inanç geleneğini, yorumu, yeniliği ve değişimi dinden çıkma ve kâfirlik olarak değerlendirerek Suudi monarşisi ile birlikte tüm komşu Arap kabilelerine Cihat ilan eder.

Oysa…

Selefiliğin gerçek savunucusu olarak kendini beyan eden Muhammed Bin Abdulvahhab’ın kurduğu Vahhabizm’in bu fundamentalist ve sekter İslam yorumunun temel kaynakları olan Kuran ve Hadislerde, İslam uzmanı Olivier Roy’un altını çizdiği gibi, “monarşi” kavramı yoktur.

Ama…

Muhammed Bin Abdulvahhab, bir dini otorite olarak, yaşadığı topraklardaki siyasi iktidarın meşruluğunu tanıyarak, kurulan Suudi monarşisinin teoloğu ve ideoloğu olmayı kabul eder. Suudi monarşisi adına fetvalar verir, dini yargılamalarda bulunur, sahte Müslümanlara Cihat ilan eder.

Yani…

Müslümanlara kesin olarak yasakladığı temel kaynakların tarihsel koşullara ve zamana göre yorumunu (içtihat) kendi vaazlarına karşı gelerek, kendisi yapar.

Çünkü…

Bir yandan…

Muhammed Bin Abdulvahhab, İslam uygarlığının topraklarında, başta kendi köylüleri tarafından olmak üzere Irak’tan Hicaz’a dini otoritelerin, din alimlerinin ve yerel politik iktidarların tepkisini çekerek kovulmasına yol açan fundamentalist-sekter İslam yorumunu yaşatması için askeri ve siyasi bir güce ihtiyacı vardır.

Diğer yandan da…

Yerel bir Emir olan Suud ailesinin de, büyüyüp bir krallık olma rüyalarına ve toprak fetihleri iştahına yanıt verecek, diğer komşu Arap kabilelerine ve Müslüman köylere yönelik Cihat adı altında yaptıkları askeri fetihlerine, talanlarına ve soygunlarına siyasi-dini meşruluk kazandıracak bir iktidar ideolojisine ihtiyacı vardır.

Böylece…

1744 yılında Muhammed Bin Abdulvahhab ve Muhammed Bin Suud arasında yapılan Necd Paktı ile ilk teokratik Suudi Arabistan Krallığı, bugünkü Arabistan’ın ortasındaki Diriye (Ad Driyah) bölgesindeki küçük bir çorak toprak parçasında doğmuş olur.

Özünde Necd Paktı, karşıtların birliğinden oluşan bir anlaşmadır.

Yani…

“Allah ve Peygamber adına” yeryüzünde “din ve siyasi iktidar” arasında yapılan bu dünyevi pakt, aslında bir karşıtlar hiyerarşisidir.

Yani…

Necd Paktı’na göre din toplumun temeli ve Kuran devletin anayasasıdır. Bu nedenle din ve din temsilcileri, toplumsal hiyerarşinin en üstündedir. Din işlerinde, siyasi iktidar dinin ve dini temsilcilerin mutlak egemenliği ve hiyerarşisi altında bulunur. Din işlerinde, siyasi iktidar dini otoritenin meşruluğunu ve dinin hiyerarşinin tepesindeki konumunun tartışılmazlığını kabul etmek, dini temsilcilerin fetvalarına koşulsuz uymak zorundadır.

Buna karşın…

Siyasi işlerde, devlet yönetiminde dini temsilciler siyasi iktidarın yönetimi ve denetimi altındadır. Dini temsilciler, siyasi iktidarın ve devletin meşruluğunu koşulsuz olarak tanımak; Krallığın ülke yönetimindeki tüm kararlarına tartışmasız boyun eğmek zorundadır.

Bu anlamda Necd Paktı, birbirine karşıt olan “kutsal” (din) ve dünyevi (siyasi iktidar) olan farklı rejimlerin hiyerarşik birliğidir.

Bu çerçevede…

Yeryüzünde dini otoriteyi temsil etmek ve din işlerini yürütmek, Abdulvahhab ve mirasçılarına bırakılmıştır.

Siyasi iktidar temsilciliği ve devlet işleri de, Suud ailesine aittir.

Ama…

Bu, hem Muhammed Bin Abdulvahhab’ın hem de Muhammed Bin Suud’un karşılıklı ve birlikte varoluşunun garantisini oluşturan özel bir ittifaktır…

Çünkü…

Necd Paktı ile Vahhabizm, bir yerel Emirin yeryüzünde kurduğu teokratik bir krallığın kutsal/siyasi ideolojisi olarak, ona dünyevi yaşamının istikrarı için bir meşruluk temeli sağlar; Suudi Krallığı da Vahhabizm’i toplumun kutsal bir anayasası olarak bir devlet dini yaparak, ona siyasi iktidarın dünyevi gücünün koruyucu garantisini sağlar.

Necd Paktı’nın XVIII. yüzyılda Arap yarımadasında yarattığı “din ve iktidar” ilişkisinin sihirli gücü işte buradadır.

Bir yandan…

Yeryüzünün bir köşesinde belli bir mekânda ve belli bir zamanda, belli bir tarihi ve kültürel gelenek içinde ortaya çıkan dünyevi-fani bir siyasi iktidar; tanımı gereği zaman, mekân ve olgusallığın üzerinde sonsuz, sınırsız ve ölümsüz bir aşkınlık içeren bir dini yorumu kendi yerel olgusal iktidarının kutsal temeli yaparak yeryüzünde dokunulmazlık elde eder.

Yani…

Fani-dünyevi bir siyasi iktidar, dikey bir ilişki ile tartışmasız olan kutsal-aşkın bir temele oturur.

Diğer yandan…

Tanımı gereği, her türlü olgusallığın, yerelliğin, dünyeviliğin, tarihselliğin, faniliğin üzerinde olan aşkın ve kutsal olan bir dini yorum; varlık yapısı gereği bir dünyevi otorite ve askeri güç olan bir devleti, bir siyasi iktidarı, kendi dünyevi varlığına yeryüzündeki fani insanları inandırmanın, ikna etmenin garantisi yapar.

Yani…

Kutsal ve aşkın bir dini inanış; yeryüzüne içkin, dünyevi bir siyasi iktidar kılıcının ikna gücüyle garantilenir.

İşte…

Böyle bir kutsal ve dünyevi, böyle bir “din ve iktidar” ittifak ile ufkunuzu ne yöne çevirirseniz çevirin, ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin; her koşulda sizin perspektifiniz geçerlidir, sizin söylediğiniz hakikattir, sizin yaptığınız doğrudur, sizin varlığınız daimdir.

Geçmişiniz muzaffer, varlığınız güçlü, önünüz açık, geleceğiniz garantidir…

Necd Paktı’nın sihirli misyoner gücü işte budur.

1744 yılında Muhammed Bin Abdulvahhab ve Muhammed Bin Suud arasında yapılan Necd Paktı ile küçük bir vahada doğan Suudi Arabistan Krallığı bu perspektif ve güç ile Arap yarımadasında fetihlere başlarlar.

Bu sihirli güç, bu tartışmasız hakikat, bu sarsılmaz inanç ile (bugün Cihatçı Selefilerin Irak, Suriye, Libya, Nijerya, Mali’de aynı şeyleri hatırlayarak, birebir tekrarladıkları gibi) başta kendi en yakın komşularına en inanılmaz şeyleri yaparlar.

Bizzat Vahhabist olan tarihçilerin kendi anlatımlarından, Necd Paktı ile doğan I. Suudi Arabistan Krallığının İslami Cihat ile başlattıkları fetihleri bilinmektedir.

Suudi Hanedanlığı, Muhammed Bin Abdulvahhab fetvaları ve Cihat çağrılarıyla bedevilerden oluşan Vahhabist bir ordu ile kutsal şehirler Kerbela, Mekke ve Medine (1801-1806) dâhil önlerine çıkan tüm Müslüman köylere ve şehirlere saldırır. Tevhid’e uymadıkları, Allah’ın birliğine Şirk (ortaklık) koştukları için, yani Allah’tan başka ilahlara ibadet yaparak-taparak putperestlik yaptıkları için, Tekfirile din dışı (dinsiz), kâfir ilan edilip yerli Müslüman halkın erkeklerini öldürür, kadınlarını köleleştirir, hamile kadınların karınlarını deşerler, zina yapmakla suçladıkları kadınları ölüme mahkûm edip, taşlayarak öldürürler. Peygamber’in mezarının yağmalanması, Peygamberin karısının yıkılması dâhil, İslam uygarlığının camilerini, türbelerini, mezarlarını ve tarihi eserlerini yıkıp, yağmalarlar. Kerbela’daki Şii Müslümanlar aynı nedenlerle, Allah’a Şirk koştukları, İmamlarına kutsal statü yükledikleri, ölülere dua edip-tapındıkları için putperest-dinsiz ilan edilerek topyekûn kılıçtan geçirilip katledilir, İmam Hüseyin’in mezarı dâhil bütün bir şehir yerle bir edilir. (Farklı tarihçilere göre 1801 yılında Kerbela’da Vahhabistler tarafından 2000-5000 arasında Şii Müslüman katledilmiştir.)

Arabistan’da İslam uygarlığının ilk dönemine ait olan camileri, türbeleri, tarihi eser kalıntılarının ziyaret etmek Müslümanlar arasında yaygın bir gelenektir. Oysa Vahhabistler bu ziyaretleri Allah’a Şirk koşmak, yani putperestlik olarak niteleyerek, bütün bu tarihi, arkeolojik ve dini eserleri yakıp, yıkar. Ama aynı zamanda, Süfiler, Şiiler ve Alevilerde yaygın olan bu mezar-türbe ziyaretlerde Peygamber’in ya da ermişlerin aracılığıyla Allaha yakınlaşıp, ibadet ederek mesaj gönderme, şefaat dileme geleneği olan Tevessül’ü de kesin bir şekilde yasaklarlar. Bu nedenle, Vahhabistler, canlıların ölüleri ziyaret etme, ölülere dua etme aracılığıyla Allah’tan şefaat dilemelerini (Tevessül) engellemek için tüm tarihi eserler gibi, aynı şekilde ziyaret edilen, ibadet yapılan bütün bu türbeleri, mezarları da yıkarlar, talan ederler.

“Allah ve Peygamber adına” yapılan Necd Paktı ile yürütülen bu İslami Cihat adına, bir köy, bir şehir, bir bölge ele geçirildikten, yağmalanıp talan edildikten, türbeler, mezarlar, tarihi eserler yıkıldıktan, yetişkin erkekler öldürüldükten, kadınlar köleleştirildikten sonra, Muhammed Bin Abdulvahhab ve Muhammed İbn Suud, saf-orijin İslam adına fethedilen bu topraklara kendine bağlılık gösteren bir imamı kaymakam ya da vali olarak atarlar.*

Böylece…

Vahhabizm ideolojisi, yerel Suud ailesinin hükümdarlığında, diğer Arap kabilelerini bir araya toplayarak tüm Arabistan topraklarında İslam dininin bütünleyici (umma) meşruluğu üzerinde bir krallık kurmasını sağlayacaktır. İslam dininin Vahhabist yorumunun bu katı anlayışı karşısında Suud ailesine yeryüzünde bahşedilen bu siyasi iktidar özerkliğine karşılık da, Suudi monarşisi Vahhabizm’i, bir dini inançtan öte, kurucu bir ideoloji olarak devletin ve Suudi Krallığı’nın toplumsal yaşamının temeli yapacaktır.

Yani…

XVIII. yüzyılda göçebe Arap kabilelerini ulusal-etnik temelde birleştirmenin olanaksızlığı karşısında, asıl İslam dininin sınırsız-devletsiz ümmet anlayışıyla bu Arap kabileleri bir araya getirilerek, paradoksal olarak İslam’ın evrensel inanç birliği üzerine reel-coğrafi sınırları olan bir krallığın monarşik devletinin siyasi iktidarı kurulur.

Yani…

Fundamentalist bir İslam yorumu olan Vahhabizm, Arap kabilelerini her türlü bölgesel farkların ötesinde birleştirici bir inanç ideolojisi olarak, yerel kabilelerden bir Müslüman ümmet yaratırken; bu sınırsız ümmetten ise bölgesel sınırları olan bir devlet ve bir azınlığın oligarşik siyasal iktidarını yaratır: Suudi Arabistan Krallığı.

Buna karşılık…

Suudi Arabistan Krallığı da, bir ümmetin dini inancı olan İslam’ın fundamentalist yorumu olan Vahhabizm’i, bir siyasi iktidarın, bir devletin, bir monarşinin meşruluğunu sağlayan kurucu-siyasi bir ideoloji yapar.

Bu iktidar ideolojisiyle Arap yarımadasında Hanedanlık kuranlar; saf-orijin İslam adına, Müslüman komşularının İslam’ın temel kaynaklarına ve kurucu-dindar ataların geleneğine birebir uymadıkları vaazlarıyla kâfir ilan edip kılıçtan geçirip, mallarına ve topraklarına el koyarak zenginleşip güçlenirler.

Ama…

Aynı Hanedanlığın Müslüman kralları; bir sonraki yazıda göreceğimiz gibi, kendi dünyevi bekaları için “şeytan İngilizlerle” (1915, Suudi Hanedanlığının tanınması), “kâfir Amerikalılarla” (1949, Quincy enerji-koruma) anlaşmalar imzalayarak karşılıklı dostluklar geliştirerek, enerji satışından Kutsal topraklarda askeri üsler kurma izinleri vermeye dek, bir siyasi iktidarın dünyevi bekası adına can alıcı konularda kendilerine referans aldıkları İbn Teymiye’nin Moğollar için dediği gibi şeytanla işbirliği yaparak dinden çıkmış olmakta kendileri için hiç bir sakınca görmezler.

Bu Vahhabist Krallığın dindar yöneticileri, kendi Müslüman ümmetinin yeryüzündeki temsilcisi Halifenin ve Osmanlı İmparatorluğunun siyasi etkisine karşı dünyevi güç ve toprak elde etme savaşında “şeytan İngilizler” ile işbirliği yaparlarken; kendi Müslüman Sünni ve Şii komşularına karşı bölgesel üstünlük elde etme stratejilerinde, “kâfir Amerikalılar” ile enerji anlaşmaları ve karşılıklı askeri işbirlikleri yaparlarken, İbn Hanbel’in, İbn Teymiye’nin ve İbn Abdulvahhab’ın saf-orijin İslam’ın temel hakikati vaazlarını ve kurucu-dindar ataların örnek-öncü geleneğini kendileri için de ölçü almak akıllarına gelmez.

Neden?

Soralım…

Vahhabist İslam inancındaki bu çifte standardın nedeni nedir?

Din ve iktidar ilişkisini ifade eden Necd Paktı ile doğan bu teokratik Krallığın, Kuran temelli dini anayasası ile iktidar stratejisi arasındaki bu ikircikli durumun anlamı nedir?

25.03.2015

*Günümüzde, Cihatçı Selefilerin, Irak’tan Libya’ya, Suriye’den Mali’ye camileri, türbeleri, mezarları ve tarihi eserleri yıkıp, yağmalayarak başta kendi Müslüman halklarını katletmeleri, Vahhabistler’in öncelikle kendi İslam Uygarlığını yıkıp-yok eden bu nihilist tutumunun tekrarıdır.

 

Yazan: Metin GÖNEN