Kant Gezi Parkı’nda Gençlerle

Kant, yaşasaydı ve bir kahve içmek için Gezi’deki kolektif yaşamı ziyarete gelseydi, ne yapardı?

Aydınlanma Nedir? makalesiyle çağına karşı duyarlılığını göstermiş dikkatli bir gözlemci olarak öncelikle şu saptamaları yapardı.

Demokratik politikanın birleştiriciliği yerine, kamusal yaşamı geren ve ortak-insanlığı bölen millici/hain tarzında kurgulanan “değer yargıları” çatışmasıyla toplumu yönetmenin sonu felakettir. Bir taraftan, kutsallaştırılan kişilere ve “değerlere” kaçınılmaz olarak tapmaya ve gönüllü kulluğa varır. Diğer tarafta da bu gerilim ve çatışma süreci, çoğunluk tarafından “değersiz” görüleni yok etme nefretine ve eylemine doğru ilerler.

Demokratik bir talep içeresinde, bir şehir düzenlemesi meselesi olan “kamusal ortak-yaşam alanındaki ağaçlar kesilmesin, buraya kışla yapılmasın, bu konuda yurttaşlar olarak bize de fikrimiz sorulsun” diyen barışçıl bir grup gence, sanki düşman topraklarına bir askeri baskın yapılıyormuş gibi sabaha karşı gaz bombalarıyla müdahale etmek, insanları derin uykularında ölümüne dağıtıp parktan söküp atmak “meşru” sanılır.

Sadece bu durum ve bu olay bazında, vicdanının sesini dinleyip, düşünüp, özgürce tutum alması gereken eşit yurttaşların bir kısmı, “millici/hain” tarzında kurgulanan “değer yargıları” ve komplo teorilerine göre saf tutmayı tercih ederek, bir tarafa “yandaş askerler” olmayı yeğlerler.

Durumdan vazife çıkarma konusunda “şaşmaz” bir kararlılık gösteren belli “oyuncular”, sanki Gezi Parkı’nda doğan demokrasinin “doğal” temsilcileri gibi gittikleri görüşmeler sonucu bu çocuklar “çiş kokuyor”, “bu park boşaltılmalı” diyerek “millici/hain kurgulamasının bölücülüğünde, belli bir tarafın gönüllü kulları olduklarını kamusal alana ilan ederler.

Sadece bu durum ve bu olaylar bazında tarafsız bir habercilik yapması, toplumun demokratik bilgilenme haklarına ve fikir alışverişine aracı olması gereken medya da bir tarafa koşulsuz yandaşlıkta uygun adım yürüme seçimi yapar.

İşte…

Kant, bu durumda ortaya çıkan genel manzaraya şu adı verirdi:

“minör” (küçük) tutumu.

Kant’a göre minör tutumu, bir durum ve olay karşısında, hep birilerinin vesayetinde davranmayı, konuşmayı, yaşamayı kendine layık görmenin küçüklüğünü tercih etmektir.

Oysa…

Bir yetişkin davranışı olarak majör tutumu ise, sadece kendi vicdanının sesini dinleyerek, sadece kendi aklını kullanarak kamusal alanda kendi fikrini söyleme cesaretine ve bu çerçevede davranma özgürlüğüne sahip olamaktır.

Bu bağlamda…

Kant, hayatta olsaydı, yaşadığımız bu durum için şunu derdi:

Gezi Parkı Demokrasisi’ni yaratan ve yaşatan bu gençler, kendi vicdanlarının sesini dinlemenin ve kendi akıllarını kamusal alanda bir yetişkin (majör) olarak cesaretle kullanıp, fikirlerini özgürce söylemenin ne olduğunu tüm topluma gösterdiler. Tüm topluma sen de sadece vicdanının sesini dinleyerek, aklını kamusal alanda kullanarak, fikrini söyleyerek özgür ve eşit yurttaşlar olarak yetişkin-demokratik duruşunu göster, dediler.

Sapere aude!

Kendi aklını kullanmaya cesaret et!

Bir küçük gibi, başkalarının peşinden uygun adım yürüme tembelliğini bırak. Bir yetişkin olarak, kendi aykırı adımlarınla özgürleşeğin yolları yaratarak yürü.

Tüm toplumu, medyayı, iktidarı, iktidar partisini, tüm partileri, sivil toplum örgütlerini, dernekleri, sol grupları, milletvekillerini, valileri, polisleri, belediye başkanlarını, tüm yurttaşları, bu durumda aynı “yetişkin” (majör) tutuma davet ettiler.

İşte…

Kant’a göre, Gezi Parkı’ndaki Gençlik Demokrasisi’nin özelde bu toplumun kendisi, genelde de tüm insanlık için anlamı, önemi ve temel fikri budur.

Kant, yaşasaydı öncelikle bunun altını çizerdi.

Sapere aude!

Kendi aklını kullanmaya cesaret et!

Bunu görmez, duymaz, anlamaz ya da bir yetişkin (majör) tutumuyla muhatap almazsak, bu topraklarda demokratik bir toplumda, eşit ve özgür olarak, barış, huzur ve mutluluk içinde yaşamak, hep boş bir vaat olarak kalacaktır, derdi.

Değer yargılarının çatışmasında, hep birilerinin askerleri olarak toplum saf tutulacak.  Kamusal alan, demokratik taleplerin ve iknaya yönelik argümanlı fikirlerin dile getirildiği bir “agora” olarak değil; tam tersine hazır kıta yürüyen “düşman” gurupların birbirini yok etmeye çalıştığı bir savaş alanı olarak görülecektir, derdi.

Demokrasinin gereği olarak, iknaya yönelik fikir tartışması, argümanlı akıl yürütme ile toplumsal ortak yaşam ile ilgili kamusal alanda söz söyleme, demokratik eylemler yapma hakkı önündeki tüm engelleri kaldırmak yerine; demokratik talepler karşısına “değer yargıları savaşlarını” çıkarmak sonucu gerçekleşen akıl tutulması ve intikamcı duyguların kabarması, gittikçe tehlikeli bir hal alacak, derdi.

Kant, bu gençlerin dayanışma çağrısına gönülleriyle, vicdanlarıyla, yurttaşlık bilinciyle, demokratik hakları çerçevesinde yanıt vererek evlerinden, okullarından, işyerlerinden çıktıktan sonra meydana çocuklarıyla, eşiyle, dostuyla, anneleri ve babalarıyla gelen gencinden yaşlısına binlerce insanın üzerine mitingin bir aşamasında birden gaz bombaları atarak ve tazyikli su sıkarak meydanı savaş alanına çevirip müdahale etmek; panikten kaynaklanacak toplu ezilmeleri, kitlesel ölümleri, yaşam boyu etkisi sürecek sakatlanmaları, toplum vicdanında açılacak derin yaraları hiç düşünmeden, bir meydanda toplanmış insan denizini çil yavrusu gibi dağıtmak, bir demokraside tarifi imkansız bir tutumdur, derdi.

Bu nedenle, Kant yaşasaydı, hiç tereddüt etmeden demokrasi ve barış için, toplumdaki herkesi Gezi Parkı Gençlerinin “majör tutumunu” örnek almaya davet ederdi.

Kişisel değerleri, kişisel inançları ve yaşam tercihlerini kutsallaştırarak tüm topluma empoze etme fanatizmi yerine, görece ahlaki değerlerin politikayı ve kamusal alanı yönetme eğiliminden kurtarıp, gerçek bir demokraside olduğu gibi “nasıl bir toplum istiyoruz” sorusunu argümanlı fikir tartışmasına açarak, demokratik ikna sürecine ve kolektif karar alma iradesine tüm yurttaşların eşit ve özgürce katılması gerekir, derdi.

İnanç ve etik değerler kişiseldir; maneviyatı, mistik olanı, ruhu, aşkın olanı ve yaşam tercihini ilgilendirir. Tartışmasızdır, sorgulanamaz, dayatılamaz. Yoksa inanç ve değer olmaz, derdi.

Politika ise, toplumsal yaşamı, yani kolektif yaşamı ilgilendirir; politika, yeryüzündeki kolektif insan yaşamının, insanların kendileri tarafından rasyonel olarak düzenlenmesidir. Eşit ve özgür bireylerin kamusal alanda argümanlı fikir tartışmasıyla iknaya dayalı rasyonel bir karar alma mekanizması üzerinde kolektif yaşam kurulur. Politik tercihlerin ve kararların bir kutsallığı yoktur; her zaman her yurttaş tarafından tartışılır, sorgulanır, denetlenir, kamusal alanda hesabı sorulur. Bu da demokrasidir, derdi.

O halde ihtiyacımız olan daha çok yasaklar değil, sadece demokrasidir.

İhtiyacımız olan daha çok kışla, daha çok biber gazı değil; daha çok özgür-ortak alanlar ve daha çok Gezi Parklarıdır, derdi.

İhtiyacımız olan, bu topraklardaki ortak kaderimiz için eşit ve özgürce söz söylemenin, demokratik-politik yaşamın önündeki tüm yasakçı engellerin kaldırılması ve tüm yurttaşların kendi yaşamları ve toplumun ortak konuları üzerinde fikir belirtebilmelerinin ve karar sürecine katılabilmelerinin tüm demokratik kanallarının açılmasıdır, derdi.

Tüm farklılıklara rağmen, bir arada yaşayabilmemiz için, demokratik bir toplumu, eşitlik, özgürlük, barış ve mutluluk içinde kurabilmemiz için, hep birlikte, Gazi Parkı Gençleri gibi  “yetişkin” (majör) bir tutum ile kamusal alanda birlikte konuşmalıyız, tartışmalıyız, hissetmeliyiz. Birbirimizi ikna etmeliyiz. Hep birlikte karar vermeliyiz. Aldığımız kararları tüm toplumun demokratik denetimine açık olarak uygulamalıyız, derdi.

Yani…

Temelde ne tür bir toplum istiyoruz, sorusunu hep birlikte sormalıyız, derdi…

Yani…

Ne tür bir Anayasa?

Ne tür bir Politeia?

 

13 Haziran 2013