Muhteşem Yüzyıl, Gerçeklik ve Kurmaca

Gerçeklik, her zaman belli bir fikirle algılanır.

Kant “kavramsız algılar kör, algısız kavramlar boştur”, der.

Yaşamda ve tarihte, objeler ve olaylar herhangi bir dramatik yoğunluk ve anlam yüklü olmaksızın; belli bir bakış açısının ayrıcalığı altına girmeksizin, hem mekânsal olarak aynı anda mevcuttur, hem de zamansal olarak aynı anda akıp giden bir süreklilik içinde bulunur.

Oysa…

Bir sözlü, yazılı ya da görsel anlatıda ise aynı veriler, Aristoteles’in “Poetika” kitabında belirttiği gibi bir seçim sonrası belli düzeylerde öne çıkartılarak ya da önemsizleştirilerek, belli bir bakış açısı altında anlamlandırılarak, anlatının kurgusal zamanı ve mekânı içerisinde parçalanarak, bölünerek, ilişkilendirilerek, dramatize edilerek bir ardışıklık içinde sunulur.

Bu nedenle, bir öyküdeki karakterler, olaylar ve objeler öykülemede gerçekleştirilen her farklı kurgulama-yapılandırma-ilişkilendirme operasyonlarıyla birlikte farklı bir ardışıklık, farklı bir algı, farklı bir fikir ve anlam oluşturur.

Düşünmenin ve akıl yürütmenin mekanizması da budur.

Yani…

Belli bir fikir temelinde, mantıklı bir ardışıklık ve bir neden sonuç bütünlüğü oluşturmak gerekir.

Bu nedenle kurmaca ve düşünme Aristotelesçi anlamda yapılandırma olarak ortak bir paydaya sahiptir.

Yani…

Çıplak “gerçeklik” her zaman belli bir fikirle algılanır, kavranır, ilişkilendirilir, yapılandırılır ve düşünülür.

Buna, sadece kendi bireysel yaşam hikâyelerimizin öykülenmesi, ulusların kuruluş efsaneleri, toplumların tarihi değil, aynı zamanda “tarih bilimi”nin kendisi de dâhildir…

Tarih bilimi, bu Aristotelesçi orijin kurmaca-yapılandırma operasyon ile “bilim” olma şansına sahip olurken, bu orijin kurguyu gizler.

Tarih’in,” bilim” olmadan önce, olayları ve karakterleri Aristotelesçi bir operasyonla belli bir fikir etrafında, belli bir neden sonuç ve mantıklı bir ardışıklık içinde ilişkilendirerek kurgulaması, anlatımda belli bir zaman ve mekân bütünlüğü ve dramatik ardışıklık yaratması, yani “sinema” yapması gerekir…

“Mustafa” filmi gibi.[1]

Bu anlamda zaten “Hepimiz Sinemacıyız”; hepimiz kurguluyoruz, yaşama ve gerçekliğe belli bir ilişkilendirme içinde belli bir biçim ve anlam veriyoruz, yani sine-masallar anlatıyoruz…

Bu nedenle Dostoyevski, “Gerçeklikten daha gerçek dışı bir şey yoktur”, der.

Çünkü…

Her halükarda, Jacques Ranciere’in dediği gibi işin özü budur:

“Gerçekliği düşünmek için, onu kurgulamak gerekir.”

Gaston Bachelard’ın altını çizdiği gibi:

“Gerçeklik her zaman inandığımız değil, fakat düşünmemiz gerekendir.”

Bu nedenle…

Gerçekliği filme almak, yani kurmaca ya da belgesel bir film yapmak da; gerçekliği belli bir fikirle algılamak, kavramak, ilişkilendirmek ve düşünmektir.

Bu demektir ki, sadece kurmaca sinema, bir kurmaca düşünce değildir. Aynı zamanda belgesel sinema da, en “gerçekçi” kurmacadır.

O halde…

Yaşam hikâyelerimizi, ulusal kuruluş efsanelerimizi, tarihimizi, yaşadığımız anı ve geleceğimizi farklı fikirlerle ilişkilendirip, yapılandırıp, anlamlandırıp, düşünmek mümkündür.

Yani…

Ya totaliter, ırkçı-linççi, gönüllü kulluk yaratıcı, tek tip toplumlar tasarımlamak…

 

Ya da eşitlikçi-özgürlükçü, demokratik toplumsal öznellikler ve çoğulcu kolektif algılar düşünüp kurgulamak ve yaratmak mümkündür…

Seçim hepimizin, gerçekliği özgürce kurgulayıp düşünen tüm sinemacıların…

Yani…

Sine-masallar anlatan herkesin.

Tüm yurttaşların.

[1] Mustafa filminin bu konu çerçevesinde “Mustafa filmi, Tarih Kurgusu ve Demokrasi” başlığıyla incelendiği yazı Paradoks SineFelsefe’de okunabilir.