Yumurta, Hisseden Özneler
Bir yönüyle, hepimiz Yumurta filmindeki Yusuf karakteri gibi uygarlığın cezbedici şokunu yemiş ve dünyaya küsmüş olabiliriz.
Paradoksal olarak, kültürün, bilginin simgesi olan kitaplarla dolu, cezaevi hücresini andıran bir kitap evinin içinde sıkışıp, koyu bir melankoliyle kendi içimize kapanmış olabiliriz.
Kitapların, müziğin ve şarabın içinde yaşama karşı olan tüm inancımızı yitirip, çalan telefonları açmayan, dünyaya ilgisiz; gecenin içinden çıkıp gelen çekici ve büyüleyici bir kadının erotik davetine bile umursamaz kalacak denli derin bir varoluşsal felç içinde bulunabiliriz.
Schiller’in ifade ettiği gibi…
Paradoksal olarak, uygarlığın gelişimi, insanlığı doğayla iç içe olan orijin bütünlüğünden kopararak kendi kendisine yabancılaştırmış ve saf çocukluk döneminin duygusal özlemi içinde, sonsuz bir nostalji içine sokmuş olabilir.
Ama aynı zamanda…
Hepimiz Yusuf gibi, gelen bir haber ya da derinden gelen herhangi bir çağrıyla bu “uygarlık hücresinin” kepenklerini kapayarak onu terk edebilir; çocukluğumuza, doğaya, doğup büyüdüğümüz topraklara, insanlığın o ilk orijin bütünlüğüne doğru yeniden bir öznel yolculuğa çıkabiliriz.
Yumurta filmdeki gibi…
Kepenklerin kapanmasıyla başlayan bu yolculuğun sonunda, uzun bir tünelin ve gecenin yoğun karanlığı içinden geçerek sökmekte olan şafağın ilk ışıklarında, ufuktaki aydınlık ve geniş bir mekânın serin sabahına varabiliriz.
Ama bu yolculuk, bu şekilde filmin hemen başında gösterildiği gibi bir arabaya atlayıp, belli bir güzergâhın kat edilmesiyle gerçekleştirilen fiziksel bir yer değiştirme değildir.
Yusuf’un ormanda uykuya dalarak, rüyasında gördüğü yumurtanın kırılmasıyla, içinden çıkan yaşam çığlıklarının kendini uyandırması şeklinde bir imgesel uyanış serüveni de değildir.
Yusuf’u çocukluğunun topraklarına, yaşamının serin sabahlarına doğru yaptığı içsel yolculukta, bizi asıl bekleyen doğa ve saflık ifadesi olan güzel Ayla’dır.
Ayla aynaya baktığında, onun genç, diri ve sade güzelliği bir kalbin içinden yansır.
Ama Yusuf, Ayla’yı kendi yüreğiyle görmesi ve hissetmesi için uygarlığın felç edici şokundan arınması, duyarlılığını yeniden kazanması gereklidir.
Pascal’ın dediği gibi…
Kalbin kendi yasaları vardır ve bunları akıl tanımamaktadır.
Yusuf, bir çoban köpeğinin denetiminde doğada zorunlu bir gece geçirmeli; gecenin soğuğunu iliklerine kadar hissetmeli, fiziksel olarak zayıflamalı, uygarlığa ve yaşama ilgisizlikten oluşan sert kalkanını kırılarak, gecenin içinde, doğayla bütünleşerek tüm insani duyarlılığını yeniden kazanmalıdır.
Tüm benliğini yeniden hissederek, ölen annesine, Ayla’ya karşı olan anlaşılmaz ilgisizliğine, kendi yaşamının anlamsızlığına ve tüm insanlığının yabancılaşmasına, aklın kalkanını kırarak gecikmiş bir biçimde sarsıla sarsıla ağlamalıdır.
Bu, onun sabahın ilk ışığı ve serinliği içinde doğada yeniden doğuşudur.
İşte şimdi Yusuf, Ayla’nın sevgisini hissedebilir, onu yüreğiyle görebilir ve geriye, onun yanına dönebilir. Kahvaltıya elinde bir çift yumurtayla gelen Ayla’nın sunduğu sade güzelliği hiçbir söze gerek olmadan yüreğinde hissederek yaşayabilir.
Çünkü…
Rousseau’nun tüm eserlerinde altını çizdiği gibi…
İnsanın özünü belirleyen aklın uygarlığıdır, ama insanlığı harekete geçiren yüreğin duyarlılığıdır…
Metin Gönen
28 Nisan 2009
(Not: Yumurta filmi yukarıdaki yazının programı ve fikirsel perspektifi çerçevesinde Paradoks Film Akademi’nin Sine-Felsefe Seminerlerinde bir çok kez farklı açılardan geniş ve detaylı bir şekilde incelenmiştir. Sine-Felsefe Atölyesinde yapılan bu çalışmalar yayınlanacaktır.)