Politika, İnanç ve Sadakat

Aristoteles, kurmacanın mantıken “olabilecek-olanlardan” oluşan hakikatini ve inandırıcı rasyonelliğini; tarihin, rastlantılar içinde “olan” olaylarını ve var olmuş-olan olgularını bir arada sunan ampirik gerçekliğinden üstün tutar.

Ampirik-olgusal gerçekliğin gücü ve etkisi onun kendi rastlantısallığı ile sınırlıyken; sanatın, düşüncenin, kurmacanın, imgesel tarzda zorunlu nedensellikler tasarlayarak bir mantıksallık ve gerçeğe uygunluk olasılığı içinde olayları ilişkilendirmesi, kendi varoluşundan öte bir kurmaca-hakikat etkisi yaratır ve ona olan inancı sağlar.

Tüm kutsal ya da seküler kurgulamaların, öykülemelerin ve “Büyük Anlatılar”ın yaptığı gibi…

Paradoksal bir biçimde, işte bu tasarımlanan-kurmaca-gerçekliğin hakikati ve inancı, yaşamın rastlantısal ve anarşik ampirik gerçekliğini görünür, algılanır, kavranır, düşünülür ve yaşanılır kılmaktadır.

The Ghost and Mrs. Muir (1947) filminin kurgusal dünyasındaki temel karakter olan Hayalet Kaptan Gregg’i reel olarak görebilen ve onunla konuşabilen, ilişki kurabilen, bir serüven yaşayabilen sadece bu kurmacanın hakikate inanan karakterlerdir.

Yani…

Ona âşık olan Güzel Lucy, Lucy’nin sevimli küçük kızı Anna ve solandaki seyirciler…

Oysa…

Aynı kurgusal evrenin içinde olmalarına rağmen, diğer film karakterleri, hayalet Kaptanı görememektedirler, duyamamaktadırlar.

Kuşkucu bir nihilizmle antipatik olan ya da sosyolojik bir olgusallık içinde indirgeyici kalmakla yetinen diğer film tiplemeleri için, Kaptan Gregg diye bir varlık yoktur. Nietzsche’nin altını çizdiği gibi, özünde göklerin aşkın değerlerden arınmış, sadece yeryüzünün içkinliğine özgü olan bu “farklı” hakikatin olasılığına inanmadıkları için, onu görebilecek göze ve işitebilecek kulağa da sahip değildirler!

The Ghost and Mrs. Muir filminin seyirciye ve film kişiliklerine gösterdiği gibi; antropolojik, sosyal, psikolojik, ampirik gerçeklikleri, onlarla ilgili sahip olunan fikirlerin hakikatinden ayıran bir nihilizme düşülmedikçe; belli kurgusal, düşünsel, imgesel, “hayali” (spectre) varlıkları görünür kılan rasyonel bir inanca sahip olmak, bunun reel etkilerini yeryüzünde yaşamak her zaman olasıdır.

Jacques Derrida’nın Spectres de Marx (Marx’ın Hayaletleri) adlı kitabında vurguladığı gibi düşünülen kurgusal-imgesel varlıklar, yaşamın maddi gerçekliği karşısındaki içi boş yanılsamalar (simulacre) değildir.

Tersine onlar, bir tür varolmadan-varolabilen (existant-sans-exister) paradoksal varlıklardır.

Bu paradoksal varlıklar, hiç gerçekleşmese de gerçek bir olasılık (virtuelle) biçiminde hep düşüncede var olarak; yaşanmamış olsa da, her zaman hatırlanarak, reel yaşamın görünebilirlik, algılanabilirlik, kavranılabilirlik ve düşünebilirlik rejiminlerini düzenleyen “kütlesiz” (immateriel) potansiyellerdir.

İşte bu anlamda, The Ghost and Mrs. Muir filmi, gerçekliğin potansiyel olasılıkları olan bu hayali (spectre) var-oluşa seyircinin inancı sürdükçe, düşünce ve kurmaca da her zaman belli bir gerçeklik ve hakikat gücüne sahip olacaktır demektedir.

Çünkü…

Hayali varlıkların (spectre) gücü, bir mülkiyet, bir töz, bir özdeksellik kategorisi değildir.

Tersine…

Kurgusal sözlerin, sembollerin, fikirlerin, hayaletlerin varlığı, olgusal gerçeklikle olası bir hakikati bir araya getiren, yani özdeşlik-aynılık (identité) ve başkalık-farklılaşma (altérité) dünyalarını karşılaştıran bir ilişkilendirme gücüdür.

Bu nedenle…

Genel kabul gördüğü gibi, “hayali-olan” (spectre), gerçekte olmayan ya da hiçbir-yerde- bulunmayan anlamında bir ütopya (ou-topos) değildir.

Tersine…

Michel Foucault’nun paradoksal bir biçimde tanımladığı gibi, değişik bir tarzda ve farklı-bir-yerde-varolan anlamındaki ayrıksı-varoluşların (hétérotopie) paradigmasıdır.

Eski Yunanca’da “topos” yer anlamına gelmektedir. “Ou-topos” ise hiçbir-yerde-bulunmayan yer anlamında kullanılmaktadır.

Bu anlamda, Thomas Moore, 1529 yılında, hiçbir-yerde-bulunmayan bir ülke anlamında Utopia’yı (ütopya) yaratmıştır.

Oysa…

Heteros-topos, Yunanca’da “başkaca” (heteros) anlamında bir “yer”dir (topos)

Yani…

Farklı-yer’dir (hétérotopie).

İşte bu anlamda…

Heterotopie, “gerçek mi /hayal mi” ikileminden çok, “özdeşlik-aynılık/başkalık-farklılık” sorunsalını içerir.

Yani…

Foucault’un kavramlaştırdığı hétérotopie, kendi kendisiyle özdeş ve aynı-olmayan-bir-biçimde-bulunan, “farklı-bir-yer”dir.

Bu anlamda…

Bir düşünce, bir politik öznellik, bir kurmaca yapıt, ampirik gerçekliğin beklenilen yerdeki özdeşliğinden-aynılığından değişik-bir-biçimde ve farklı-bir-yerde-var-olan anlamında bir paradoksal kurgusal-hakikattir.

Düşüncenin, kurgunun, gerçeklikle kurgusal olanı rasyonel-imgesel tarzda (hétérotopie) ilişkilendiren bu ayrıksı gücünün rasyonel-reel etkisi sayesindedir ki; gerçekliğin anarşik olgusal yapısı görünebilirlik, kavranılabilirlik ve düşünebilirlik kazanmaktadır.

Bu anlamda, Jacques Rancière “gerçekliği düşünebilmek için, onu önce bir kurmaca (fiction) haline getirmek gereklidir” diye ısrarla vurgulamaktadır:

“Le réel doit être fictionné pour être penser.”

Buradan çıkan sonuç odur ki…

Bu paradoksal var-olmadan-var oluş (immateriel) ve bu kurgulanan hakikatin (spectre) rasyonel-reel etkileri nedeniyledir ki; ampirik gerçekliğin (bir kader gibi maruz kalınarak yaşanması yerine), “başkaca” (hétérotopie) yapılandırılması da bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır.

Sosyolojik-olgusal gerçekliğin içinde herkes belli bir yere, belli bir statüye, belli bir uğraşa, belli bir zamana ve belli bir söyleme sahiptir. Her şeyden önce, bir toplumun ortak yapısını oluşturan, bu herkesin nerede, ne şekilde bulunması gerektiğini belirleyen ilk duyulur-olgusal-hiyerarşik yapıdır.

Rancière, bu temel-olgusal yapılanmayı “partage du sensible” (duyulur paylaşım) olarak kavramlaştırır.

İşte politika, bu herkes tarafından duyulur olan olgusal algının içinde bir başka türlü varoluş (hétérotopie) oluşturabilmektir.

Bu nedenle…

Rancière, Foucault’dan yola çıkarak, herkesin ait olması gereken yere ve uğraşa göre örgütlenen bu sosyolojik-hiyerarşik-olgusal toplum yapılanmasına “police” (polis) adını verir.

“Polis”,  herkesin kendi kendisiyle özdeş olarak ait olduğu yerde olması için insanları belli bir işlev, statü, zaman ve mekâna göre duyulur, algılanır, görülür bir biçimde olgusal olarak bir “aynılar cemaati” şeklinde organize etme ve bu çerçeve içinde tutma mantığıdır.

Polis, kimin kamusal alanda rasyonel söz söyleme kapasitesine sahip bir “politik özne” olduğu, kimin sadece gürültü çıkaran bir varlık (köle) olduğunu saptayan; kimin boş zamana (loisir) sahip bir entelektüel, kimin atölyede ya da bir fabrikada çalışmak zorunda üretici bir zanaatkâr ya da bir işçi olduğunu niteleyen apriori bir paylaşım ve organizasyon mantığıdır.

Polis’in özü ve varlık biçimi ve nedeni budur.

Polisin görevi, kendi kendisiyle özdeş olan “aynılar cemaatinin varlığını, her türlü farklılıktan ve başkalaşımdan korumaktır.

Yani…

Her türlü değişik bir tarzda ve farklı-bir-yerde-var-olan ayrıksı-varoluşların (hétérotopie) varlığına son vermektir.

Polis, “aynılar cemaati”nin dışına çıkan her türlü farklı düşünce, davranış ve varoluşu, özdeşlik ve aynılık karşısında bir tehdit olarak algılar ve müdahale eder.

Polis’in varlık nedeni budur.

Düzeni bozuyorsunuz, dağılın! Herkes yerlerine…

Bu anlamda “polis mantığı”, Kant’ın fenomenleri duyulur, algılanır kılan zaman ve mekân kavramı gibi apriori bir duyulur-biçim sistemine (transcendantal) benzer.

Ya da…

Foucault’nun epistemesine…

Yani…

Bir düşünceyi ve eylemi, tehdit olarak görüp görmemenin apriori algısıdır.

Bu nedenle “Polis Devleti” denildiğinde, özde her türlü farklı düşünce ve eylemi bir tehdit olarak algılayan topyekûn paranoyak bir devletin haleti ruhiyesi anlaşılır.

Bu da demektir ki…

Politika; apriori bir duyulur paylaşım ve olgusal-reel bir aynılıkçı varoluş olan “polis” mantığı içinde duyumsanan, görünen, yaşanan ve bunlarla ilgili söylenenlerden oluşan konsensüsün üzerinde gerçekleştirilen bir başkalaşım (hétérotopie) kurgusu, yani bir özneleşme ve özgürleşme eylemdir.

Yani…

Politika, kolluk güçleriyle çatışmak için kamusal alanlara çıkmak ve polislerin gazını yedikçe de direniş, yani politika yaptığını sanmak, değildir.

Tersine…

Politika; reel-olgusal polis barikatlarının ötesine fikirsel ve öznel olarak geçerek, asıl toplumdaki bu kendi kendisiyle özdeş apriori polis mantığının belirlemiş olduğu meşrulukları, yerleri ve işlevleri eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde yeniden yapılandırabilmektir.

Politika; kolluk güçlerinin önünde durup, oyalanmak yerine; asıl kimin toplumun ortak kaderiyle ilgili kamusal alanda söz söyleme hakkına ve kapasitesine sahip olduğunu eşit ve özgürce, adil bir yurttaşlık fikriyle yeniden belirleyebilmektir.

Bu nedenle…

Politika bir sanattır: Bir düşünce ve yaratıcı bir pratiktir.

Bu da demektir ki…

Politika, Foucault’nun belirlediği anlamda bir “iktidar mücadelesi” ya da “iktidarın pratiği” sorunu değil; tersine bu aynılar cemaatinin, kendi kendisiyle özdeş olan uzlaşımcı ve hiyerarşik “polis” örgütlenmesi içinde, eşitlik ve özgürlük temelinde, adil bir ayrıksı bir kolektif-öznellik yaratma operasyonudur.

Yani…

Politika, polis mantığının aynılıkçı olgusal-sosyolojik-hiyerarşik gerçekliğinde, paradoksal bir biçimde var-olmadan var olabilen (immateriel), eşitlik, özgürlük, adalet fikirlerinin kurgusal hakikatinin yaratığı reel etki ve inançla, polis yapılanmasını düşünme ve dönüştürme olasılığını yaratmaktır (hétérotopie).

Bu anlamada…

“Polis”in mantığı, toplumu hiyerarşik bir aynılık ve özdeşlik içine hapsederek, orada tutmaktır (identity).

Politikanın mantığı ise, polisin konsensüsünden özgürleşmek, yani özneleşerek uzlaşımdan, gönüllü kulluktan çıkarak, polis yapılanmasını başkaca düşünüp, tasarımlayıp, kurgulayabilmektir (alterity).

Çünkü…

Politikanın özgür-ayrıksı mantığı; “polis” örgütlenmesinin belirlediği ve kendi kendisiyle özdeşlik oluşturan tüm etnik, ulusal, kültürel, ekonomik ve sosyal kimliklerden başkaca, kendi kendisiyle özdeş olmayan, paradoksal özneleşmeler ve kolektif öznellikler yaratmaktır.

Yani…

Politika; “polis” örgütlenmesinin içinde özdeş bir biçimde gerçekten (reel olarak) bulunmayan, fakat (The Ghost and Mrs. Muir filmindeki Hayalet Kaptan Gregg gibi) orada “var-olmadan-varolan” bir hayalet (spectre) olan ve bu anlamda (onun bu paradoksal varlığına inanan) herkese açık olan evrensel bir kurgusal-öznellik gerçekleştirmektir.

Hepimiz Hrant Dink’iz!, diyerek her kesimden yüz binlerin bir araya gelmesi gibi…

Polis şiddetiyle ölen gençlerin uğradığı haksızlık karşısında, başka türlü hiç bir şekilde bir araya gelmeyecek olan her kesimden insanın, adalet duygusuyla tek bir yürek, tek bir vicdan olarak hissedilmiş, kurgulanmış, düşünülmüş ve tek bir vücut gibi yaşanan bir ortak-öznellik olarak sokaklara dökülmesi gibi…

Politika; polisin aynılıkçı-özdeş örgütlenmesinden başkaca var-olanı (hétérotopie), yani adalet, özgürlük ve eşitlik fikirlerini olgusal gerçeklik içinde aktüalize etmektir.

Yani…

Politika; polis mantığının aynılar cemaati içinde paradoksal kolektif öznellikler yaratarak, bu ayrıksı var oluşların, hayaletlerin (spectre) sağlamasını, kendi kendisiyle özdeş olgusal gerçekliğin içinde yapma eylemidir.

Bu anlamda…

“Polis” örgütlenmesinin duyulur-olgusal gerçekliğindeki yaşam, sadece kendi kendisiyle sınırlı ve hiyerarşik iken; politikanın temeli olan, adalet, özgürlük ve eşitlik ilkeleri hayalet Kaptan Gregg gibi, sadece inanıldığında gerçeklik etkisi yaratan hakikatler ve kurmaca varlıklardır (hétérotopie).

Ancak…

Altını özellikle çizmek gerekir.

Bu özgürlük, eşitlik ve adalet fikirlerine, bu hayaletlere (hétérotopie) duyulan inanç ve sadakat, onların gerçekliğini her daim ampirik olarak kanıtlamak için değildir elbette.

Tersine…

Bu inancın ve sadakatin kendisi; “polis” mantığından kurtularak, “başkaca” olan bir eşitlikçi, özgürlükçü ve adil bir politik tutum ve davranışı düşünebilmenin ve gerçekleştirebilmenin olabilirlik koşuludur.

Yani, öncelikle eşit, özgür ve adil olduğuna inanmayan bir birey, polis yapılanmasının hiyerarşisi içinde, özgür, eşit ve adil bir şekilde düşünemez ve davranamaz.

Polisin hiyerarşik olgusal gerçekliği içinde, özgürlükçü, eşitlikçi ve adaletli bir politika yapabilmek için, öncelikle özgür, eşit ve adil olduğuna inanmak gerekir.

Yani…

Bir öznel ihtilal yapmak gerekir.

Bu öznel ihtilalin hakikatine de sadik kalmak gerekir.

Bu kadar basit…

Hiçbir öncüye ya da kurtarıcıya bel bağlamadan…

Tüm olgusal zorunlulukların nihilizmi dışında, adalet, eşitlik, özgürlük fikirlerinin hakikatine inanmak ve bu prensipler içerisinde davranıp, yeryüzünde ikamet ediş tarzını belirlemek yeterlidir.

İşte bu anlamada…

Hayalet Kaptan Gregg, Lucy’ye ve salondaki tüm sinema seyircilerine içtenlikle şunu demektedir:

“Keep on beliving, and I’ll always be real to you, Lucy.”

“Bu inancı korudukça, ben senin için hep gerçek olacağım, Lucy.”

Bu açıdan…

Bir kurmaca sanat olarak sinemanın politikası, ne dünyayı doğrudan değiştirmektedir, ne de insanları mutlulukları için doğrudan her hangi bir eyleme yöneltmektedir.

Bir kurgusal evren yaratma operasyonu olarak sinemanın politikası, Broken Arrow filminde olduğu gibi, öncelikle duyulur bir insani-öznel devrim gerçekleştirmektir.

Yani…

İnsanın kendi kendisiyle, ait olduğu toplumla ve yaşadığı dünyayla olan imgesel-kurgusal ilişkisini görünür ve düşünülür kılarak, radikal bir başkalaşıma, bir öznel-özgürleşmeye olanak sağlamaktır.

Nasıl ki…

Psikologlar, Lacan’ın, varlığının imgesel-kurgusal olduğunu vurguladığı “ego” (le moi) fikri üzerinde, bireyin özdeksel (substentiel) kimliğini oluşturup, psikolojiye bir rasyonellik kazandırıyorlarsa… Aynı şekilde, The Ghost and Mrs. Muir filmi de, insanın kendi kendisiyle olan ilişkisine, temelde aynı kurgusal-imgesel tiplemeler ve operasyonlarla bir gerçeklik kazandırdığını vurgulamaktadır.

Nasıl ki…

Tarihçiler, rastlantısal olayları Aristoteles’in Poetika’da kurgusal eserler için salık verdiği şekilde neden/sonuç ilişkisinin mantıksal ardışıklığında yapılandırarak, tarihi bir bilim haline getiriyorlarsa; aynı şekilde The Ox-Bow Insident (1943) filmi de, ulusal kimliklerin, temelde aynı olan kurgusal-imgesel mekanizma operasyonlarıyla, bir kurmaca gerçeklik kazandığını göstermektedir. (The Ox-Bow Insident, Amerikan ulusal kimliğinin Vahşi Batı’nın destansı fethi üzerine yapılandırılan bir “kurgusal-imgesel-kimlik” olduğunu özellikle Amerikalıların kendisine gösteren bir Amerikan filmidir.)

İşte…

Sinemanın kurgulama gücü de, ilk bakışta farklı görünen bu bireysel, ulusal kurgusal-kimlik oluşturma mekanizmalarının, temelde aynı kurmaca imgesel/rasyonel birlikteliğinin paradoksallığına sahip olduğunu gösteren ayrıksı varlığından gelir.

Bu anlamda…

The Ghost and Mrs. Muir filminin temel fikri; özgürlük, eşitlik, adalet gibi tüm var-olmadan-var-olan kütlesiz-tözsüz (immateriel) var-oluşları simgeleyen Hayalet Kaptan Gregg’in, yaşamın olgusal gerçekliğini ifade eden Lucy, Anna ve sinema seyircileriyle karşılaşmasında yatmaktadır:

İnancınızı korudukça ve buna sadık kaldıkça, ben sizin için hep hakikat olacağım!

Unutulmamalıdır ki…

The Ghost and Mrs. Muir filminin insanlığın temel sorunları üzerine kurgusal tiplemeleriyle düşünmesi yeni bir durum değildir.

Platon’un Sokrates’i, Nietzsche’in Zerdüşt’ü, Marx’ın proletaryası sosyal-olgusal gerçekliklerinden öte, Deleuze’ün tanımıyla, sistemli bir düşünceyi yapılandırmaya ve savunmaya izin veren birer “kavramsal-kurgusal karakterlerdir”. Tarihsel-sosyal gerçekliklerinden, imajların, fikirlerin, kavramların ardışıklığındaki (agencement) ilişkilendirmeyle kurgusal olarak uzaklaşarak oluşturulan bu kavramsal tiplemeler; Kaptan Gregg gibi, gerçeklik etkisi yaratan ve belli düşüncelerin hakikatini savunan kurmaca-öznelliklerdir.

Yani…

Her zaman görünen, söylenen, yapılan ve yapılabilecek olan arasındaki bir ilişkilendirme operasyonuyla ampirik gerçekliği düşünmeye ve dönüştürmeye izin verirler.

Bu anlamda…

The Ghost and Mrs. Muir filminin kurgusal düşüncesi, ne “geçeklik mi yoksa ütopya mı?” ne de “mevcut olan mı, yoksa potansiyel olan mı?” ikilemidir.

Filmin düşüncesi, özünde sinema sanatının doğasını hedef alan, “Nasıl bir kurgu yapmalı?” sorusundadır.

Uzlaşımcı mı, ayrıksı mı?

Özdeşlik mi, özgürleşme mi?

Aynılık mı, ihtilal mı?

Gönüllü kulluk mu, özneleşme mi?

Egemenlik ilişkilerinin, savaşların, etnik-dinsel katliamların, gönüllü kullukların ve her iktidar rüzgârına göre aynı yöne dönen fırıldaklığın kaynağı olan aynılıkçı paranoyak kurgulamalar mı?

Yoksa…

Aynılıklar dünyasının despotizmi içinde, farklı dünyaları tasarımlayıp, kurgulayabilen, düşünebilen, eşitlik özgürlük fikirlerinin temelinde herkese açık olarak oluşturulan evrensel öznelliklerin ayrıksı-şizofren kurmacası mı?

Çünkü…

Sonuçta sinema sanatının, kurmacanın ve politikanın yaptığı şey özünde aynıdır:

“Eğer şöyle olsaydı” diyerek ampirik gerçekliğin aynılığı içinde ayrıksı, eşit ve özgür bir sahne yaratmak; bu sahnede, potansiyel olarak var-olamadan-varolan farklı düşüncelere, farklı yaşam biçimlerine (hétérotopies) bir hakikat, bir gerçeklik etkisi kazandırmaktır.

Bu nedenle…

Özgürlük, eşitlik, adalet fikirlerinin “hayaletlerle” özdeşleştirilmesi bir rastlantı değildir.

Marx, Avrupa’da bir “hayalet” dolaşıyor ve Alman polisi, Fransız radikalleri, Çar, Papalık, Metternich-Guizot’la oluşan bir Kutsal-İttifak’la bütün Avrupa bu hayaletin peşinde, diye yazmıyordu sadece…

Aynı zamanda…

Victor Hugo’da, Sefiller romanında şunun altını çizmekteydi:

Saint-Merri barikatlarında, “Şeytanlar saldırırken, hayaletler direniyordu!”

Des démons attaquaient. Des spectres résistaient!

Aynılar toplumu içinden, beklenmedik bir biçimde ve zamanda birden ortaya çıkan bir hayalet (hétérotopies) olan “Gezi Ruhu”; bu çılgın topraklara uğramış eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin evrensel öznelliğidir.

Ya…

Matrix (1999) ve Rio Bravo (1959)filmlerindeki gibi, bu özneleştirici ve özgürleştirici hakikate (hétérotopies) sadık kalınarak, her türlü adaletsizlik karşısında, bu evrensel ruh, kolektif bir biçimde aktüalize edilir, güncellenir.

Ya da…

Matrix filmindeki direnişin içindeki “uzlaşmacı” karakterin altını çizerek ifade ettiği gibi “bir despotluğun dünyasındaki sahte bir bifteğin tadı bile, özgürleştirici hayali bir hakikate sadık kalmaya ve zorlu bir mücadeleye tercih edilir diyerek, ilk uygun rüzgârda gönüllü kulluk seçilir.

Yani…

Özünde seçilecek iki yol vardır.

Ya…

Spinoza tarzı var oluşunuzun kendi iç deviniminin potansiyel enerjisi yaptığınız bir hakikate sadık kalarak yaşam sevincinizi ve davranma kapasitenizi hiçbir dış desteğe ve yandaşlığa gerek duymaksızın artırırsınız. Böylece her türlü mağduriyet ve nefret söyleminden kurtulmuş olursunuz. Hannah Arendt’in nitelediği tarzda, kamusal alanların özgür özneleri olarak düşüncelerinize, eyleminize ve kendinize sadık kalarak huzur ve mutluluk içinde yaşarsınız.

Ya da…

Her farklı rüzgârda “bifteğin tadına bakmayı” seçerek, La Boetie’nin dediği gibi, despotluğun karşısında özgürlüğünüzü kaybetmek yerine, aslında bilinçli ve istekli bir şekilde gönüllü kulluğunuzu kazanırsınız. Django Unchained (2012) filminin Kralcı-Efendici Siyahi kölesi gibi, bunun seçiminizin savunusunu da, önce kendi öznelliğinize ihanet ederek, kinci ve intikamcı bir şekilde öncelikle kendi var oluşunuza karşı yaparsınız. Despotları sevdiğinizi ve otoriter iktidarlarına saygı duyduğunuzu söyleyerek, aslında kendi insanlığınızın hakikatini inkâr edersiniz…

Çünkü…

Seçim, öncelikle ve her zaman bireyseldir.

Seçim, öncelikle ve her zaman, insanın kendi hakikatine inanıp inanmaması ve buna sadık kalıp kalmaması arasındadır.

Kısaca…

Seçim, her zaman, şeytanların biftek seven gönüllü kulları olmak ile hayal(let)lerin özgürlük tutkunu eşit ve adil savaşçıları olmak arasındadır…