Ütopyalar Neden Yanıyor?

Duygu seli ve akıl tutulmaları içerisinde, aynılıkçı-kimlikçi gönüllü kulluklar yaratan her türlü kutsallık vaazlarına ve iktidar savaşlarına karşı, nedir bu yaşanan cinnet halleri, diye soruyoruz.

Nedir bu ölümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar? Nedir bu adaletsizlik, bu havada uçuşan tehditler, topyekûn savaş çığlıkları, diye bıçağın kemiğe dayandığı haklı bir telaş ile gazete köşelerinde, televizyon ekranlarda yanıt arıyoruz…

Sanki piyasada her daim dolaşımda olan komplo teorileri, nefret söylemleri, iç-dış düşman fantezileri…  gibi yorgun tekerlemelerin içinde boğulmayacakmışız gibi geliyor insana…

Ve…

Reel politika yorumlarının ilüzyonuna dalıp, anketlerdeki oy oranlarından, fikirsiz, ilkesiz seçim ittifakları denklemlerinden medet umuyoruz.

Bir an durup soluklanalım…

Toplumun yaşadığı cinnet halinden, iktidar savaşlarından, komplo teorilerinden, iletişimin yoğun trafiğinden, karşılıklı nefret ifşaatları ile kabaran duyguların basıncından uzaklaşalım.

Günümüzün temel sorusunu, cepheden soralım:

Ortak-yaşam umutları, eşit ve özgür gelecek ütopyaları neden yanıyor?

Neden bir toplumun gelecek umutları ve gençleri bu topraklarda yanıp kül olurken; birileri aynı topraklarda iletişim sirkülâsyonu aşkına kahve keyfi yapıyor?

Neden bir kuşağın ortak-yaşam fikirleri ve demokratik toplum umutları şehirlerin sokaklarında ve parklarında barışçıl bir biçimde dile getirilirken; yasal devlet ve polis şiddeti karşısında gençlerimiz ölüyor?

Neden bir toplumun yanan gelecek hayalleri karşısında iktidar savaşlarını yeğleyen yöneticilerimiz böylesine vurdum duymaz ve narsistler; medyamız da bu denli yandaş ve hedonist?

Neden?

Neden yeryüzünde ortak insanlık ütopyaları yanıyor?

Fransa’nın banliyöleri, New York’un Kuleleri, Irak’ın şehirleri, Afganistan’ın köyleri, Yunanistan’ın, Tunus’un, Mısır’ın sokakları, Libya’nın semaları, Suriye’nin şehirleri ve anaların yürekleri neden yanıyorsa, işte o yüzden…

“Mezhep Çatışmaları”, “Haçlı Seferleri”, “Cihat”, “Medeniyetler Çatışması”, “Demokrasi İhracı”, efsaneleri neden revaçtaysa…

İstanbul’da Dink’ler, Malatya’da, Hatay’da misyonerler, Sıvas’ta, Maraş’ta, Malatya’da Aleviler neden ırkçı-linçi kitlerle tarafından hedef alınıyorsa…

İspanya’da, Yunanistan’da, Filistin’de, Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de ve Türkiye’de tüm bir zamanın gençliği neden yanıyorsa…

İşte o yüzden yanıyor özgür ve eşit yaşam ütopyaları…

Yani…

Bir yanda, “küresel-köy” haline geldiği söylenen dünyamızda kapitalin, bilginin ve vücutların anonim dolaşımı varken; diğer yanda, aynı anda, tüm dünyada her türlü yerel kimliklere histerili bir “geri dönüş” dalgasıyla sarsılmaktan. Bu saplantılı geri dönüşle örtüşen bir “aynı”/“öteki” söyleminin aşkıyla yanıp tutuşmaktan.

Yani…

Eşitlikçi ve özgürlükçü evrensel-demokratik politikanın sonunu ilan etmiş olmaktan.

“Ben benim,” diyen tekrarcı bir “narsis-aynılık” yerine; şairin belirttiği gibi, artık “Ben bir başkasıdır,” diyebilen paradoksal evrensel politik-öznellikler yaratamamaktan.

Yani…

Dinsel-mezhepsel, kültürel, etnik, ulusal aynılık-kimliklerinin dışında yaratılan ortak-yaşam ve ortak-insanlık paradigmalarının, ortak demokratik-politik-öznelliklerin tarihe karıştığını varsaymaktan.

Sosyal olarak “hiçbir şey” olan yoksulların ve apoletsizlerin, politik olarak “her şey” olabilme eşitliğinin ve özgürlüğünün sınandığı evrensel-demokratik öznelliklere hiçbir şans bırakmayacak tarzda, insanlığın, ahlak bilinci olduğunu iddia eden kendi kendisiyle özdeş Batılı “uygar-aynılık” ve yardıma muhtaç Doğulu “mağdur-öteki” kimliği olarak ikiye bölünmesinden.

Haksızlıkları, her türlü özdeksel-yerel-etnik-dinsel-kültürel kimlik ötesinde, eşitlik temelinde dile getiren özgürlükçü evrensel politik öznelliklerin yokluğunda; sorunu, sadece bir politik iktidarsızlık abidesi olan milliyetçilik-ırkçılık-mezhepçilik ya da hoşgörü-empati-konsensüs şablonuna indirgemekten.

Bir evrensel ortak-politik-öznellik olan “halk”, “proleterya” gibi ortak demokratik-politik mücadele isimlerini kaybeden yoksulların, azınlıkların, farklı-olanların nefret konusu haline gelen “ötekiler”, Kürtler, Aleviler, Araplar, Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar, Yahidiler… olarak çıplak etnik-dinsel-mezhepsel kimliklerinden başka kamusal görünürlüklerinin kalmamasından.

Dünya uygarlığının geldiği nokta olan bu özdeksel “kimlikçilik”; kan kokan toprak, saf ırk mantığı ve tek tip inanç gereği, sadece bu çılgın topraklara daha önce sahip olduğu efsanesiyle bir “yerlilik”, “millilik” ve “aynılık” taşıdığına inanan Batılı egoist-narsisin bir ırkçı-küçük-Beyaz’a; uygarlık sahnesine sonradan çıktığı masalıyla istenmeyen ilan edilen Doğulu mağdur-ötekinin de, tepkici-tekrarcı bir dinci-milliyetçi-bağnaz bir Siyahiye dönüşmesi ikileminden başka bir seçenek kalmamasından.

Cinsel, etnik, dinsel, sosyal ve mezhepsel olarak “öteki” sayılan mağdur-farklının, çıplak yaşama indirgenmiş bu etnik-dinsel-sosyal-kültürel kimliğinden öznel bir özgürleşmeyle çıkıp, politik olarak kendi yerelliğinden ötede, tüm insanlığının evrensel demokratik sesi olamamasından.

İnsanlığın yüksek politik bilinci olmaya soyunan muzaffer-ırkçı Batı’lı narsis “aynı”nın, aslında kendisinin sadece itaat edilen kurmaca bir muktedir ahlak-kimliği olmayı, kendisinin yarattığı “ötekiler”e dayatma hastalığından kurtulamamasından.

Farklılığı “öteki” şablonuna, berikini de “aynılık” kimliğine hapseden bir özdeksel-kimlikçilik modası yerine; kimlikler arasında özgürce dolaşabilen, demokratik “öznel-göçlere” izin veren ortak-evrensel politik özne-isimler ve ortak-insanlıklar yaratamamaktan…

Yoksulun, eğitimsizin, yabancının, farklının, cinsel-etnik-dinsel-mezhepsel azınlığın sosyolojik verilerin ötesinde, ortak-insanlığa katılma biçimi olan politik öznellikleri likide etmekten.

Ayrı dünyaları karşılaştıran, anlaşmazlıkları ve haksızlıkları ele alan eşitlikçi ve özgür demokratik-politik karşılaşma sahnelerinin yaratılmasını “ilkel” ilan etmekten. Özdeksel aynılık kimliklerin ötesindeki tüm öznel ve politik “evrensel başkalaşım” biçimlerinin önünü devlet şiddeti, polis copları, iktidar savaşları, anti-demokratik yasalar,  kan ve nefretle kapatmaktan.

“Dışlanmışların” topluma özgürce politik katılım süreçlerini ve eşitlikçi demokratik görünürlük rejimini; vücutlara kazınan etnik-dinsel-mezhepsel yasalarla linç edilecek nefret objelerine ve “istenmeyen fazlalıklara” dönüştürmekten.

Demokrasiyi; maliye ve finans uzmanlarının danışmanlığında, liberal ekonominin küresel zorunluluklarına boyun eğme iktidarsızlığına indirgemekten.

İşsizliği; toplumun birlikte yaşam biçimini ilgilendiren bir politik skandal olmaktan çıkarılıp, kişisel yeteneksizlik, bireysel geri kalmışlık sorunu yapmaktan.

Kısacası…

Hegel türevi, Fukuyamavari “son” masallarına inanıp; tarihin ve politikanın, küresel liberal-ekonomi ve parlamenter temsili sistemle tamamlanarak, insanlığın sürekli bir “uzlaşma” dönemine girdiğini vaaz etmekten…

Yani…

Zamanımız, evrensel “özgürleşme” ve “eşitlik” sözlerine artık inanmamakta.

Özgürleştirici politik ütopyaların ve eşitlikçi Büyük Anlatıların son bulduğunu ilan etmekte.

Hükümetlere yeryüzünde kapitalin küresel dolaşımını yerel düzeyde idare eden mütevazı bir “aklı-başında” olma zorunluluğunu dayatmakta.

Yani…

Şimdi olguların “yalın” gerçekliğine geri dönülen bir zamandayız.

Sadece “çıplak” varoluşlar mevcut.

Artık saf “gerçekçi” ve “pragmatik” olduk!

İnsanlık tarihini akılcı yolundan saptıran ve totalitarizm çılgınlığında son bulan, tüm “özgürlük” ve “eşitlik” sözü veren romantik hayaletlerden kurtulduk.

Yani…

Tarih son buldu!

İnsanlığı çığırından çıkarıp, kızıl suların akışına sürükleyen bütün özgürlükçü ve eşitlikçi ütopyalar tükendi.

“Çıplak” gerçeklikten ve onun pragmatik “reel politik” oyunlarından öte, fazladan hiç bir şey yok artık…

Nietzsche’nin düş kırgını son insanı, nihilist saltanatını sürdürebilir keyfince…

Vicdan ve akıl tutulmasına yakalanan, toprağın, kanın, ırkın, devletin, dinin kutsallığını ve iktidar gücünü arkasına alan yöneticilerimiz, yazar-çizerlerimiz; meydanlarda, ekranlarda ve gazetelerde pürü pak duygu selleri olarak sineyi millete akabilirler artık, her türlü aynılıkçı-linç kitleri yaratma sürecinde…

Sivil toplumu koruma ve güvenliğini sağlama görevi verilmiş kolluk güçlerimiz, bu kutsal heyecanla tüm “çatlak sesleri” susturarak, tüm aykırı adımları zapturapt altına alarak hep bir ağızdan aynı marşları söyleyen, hep birlikte aynı-uygun adımlarla ilerleyen sükûnet içinde bir emir-komuta toplumu yaratabilirler.

Apoletli ve akademik kariyerli strateji uzmanlarımız, Platon’dan beri politika sanatının “Nasıl bir toplum istiyoruz?” temel sorusu yerine; “reel politika” oyunlarının zevkini konforlu köşelerinde tadabilirler her daim.

Muktedir, tatminkâr ve uzlaşım içinde…

“Düş Kırgını” pragmatik nihilistler olarak…

Lakin…

Nietzsche’nin belirttiği gibi yaşamda sadece “saf olgular” yoktur.

Çünkü…

“Çıplak gerçeklik”, her zaman bir anlam ve algı ile birlikte kavranır.

Yeryüzündeki bu “pragmatik-muktedir” olma ve “nihilist-uzlaşım” zamanı, bu ideolojilerden arınmış saf “reel politika” oyunları, tek-tip inanç maneviyatı ve kitlesel milliyetçi-linççi duygulanım halleri, özünde başka savaşların zamanıdır.

Bu pragmatik-gerçekçi “Yeni Dünya” fantazisi, Afganistan’a, Irak’a, Orta Doğu’ya Batı’nın nihilist “aynılık” uygarlığını en modern yıkım silahlarıyla götürme savaşı. Kosova’ya, Irak’a, Libya’ya, Afganistan’a Suriye’ye mağdur-ötekine insancıl yardımlar sunma ve bombalarla demokrasi ihraç etme savaşıdır.

Bu yeni savaşlar, sokak ortalarında linç edilecek “öteki” vücutların üzerine ölümcül etnik-dinsel-mezhepsel yasaları kanla yazmakta…

Fransa’da banliyöler, Yunanistan’da sokaklar, Amerika’da kuleler, Irak’ta topyekûn bir halk, Afganistan’da köyler, Libya’da rafineriler, Suriye’de şehirler, topyekûn bir gençlik ve anaların yürekleri yanmıyor sadece.

Günümüzde kendi inkârcı ve hastalıklı aynılığından başka bir gelecek üretemeyen, kendi kendisiyle özdeş bir “Nihilist Dünya Uygarlık” modeli yanıyor özünde.

Paris’in, Amiens’in banliyölerinde caddeler, arabalar, işyerleri yakılmıyor sadece.

Bugün yeryüzünde “istenmeyenlerin” isyanında, özünde kendini tüketen nihilist bir “aynılık uygarlığı” kendi hayallerini ve geleceğini yakıyor.

Bugün yüryüzünde yanan eşitlikçi ve özgürlükçü evrensel bir demokrasi ve ortak-insanlık fikri değil yalnız…

Bugün anaların yüreklerinde alevler içinde yanıp tutuşan, bu modern zamanın topyekûn gençliği ve gelecek umutları değil sadece.

Bugün yeryüzünde topyekûn kendi kendini yakmakta olan, her türlü malın ve sermayenin kimliksiz-anonim küresel dolaşımı karşısında, özünde kendi kendisiyle özdeksel aynılık-kimliği saplantısından başka bir politik-demokratik ortak öznellik, bir ortak-insanlık üretememekten hasta düşmüş, özdeksel-kimlikçi-narsis bir reel-pragmatik Nihilist Dünya Uygarlığı fantezisidir!

Küllerinden hangi uygarlık biçimi ve yaşam fikri doğar?

Bilinmez…

Bu, topyekûn yanıp tutuşan zamanın gençliğinin ve gelecek umutlarının neyi aydınlattığına bağlı…

Her türlü etnik-dini-kültürel aidiyetler ve aynılıklar adına yapılan iktidar savaşları, “reel politika” hesapları, prensiplerden yoksun seçim ittifakları mı?

Popülizm-milliyetçilik-dini istismar ile yaratılan vicdan ve akıl tutulmaları mı?

İktidarı ve tebaalarıyla birlikte topyekûn uygun adımlarla yürüyen tek tip toplum fantezileri mi?

Yoksa…

Yaşamı barış ve mutluluk temelinde biçimlendiren demokratik-politik öznelliklerle herkese açık olarak oluşturulan evrensel bir ortak-insanlık paydası mı?

Çoğulcu, eşit ve özgür yurttaşlıklardan oluşan adilane ortak-yaşamlar dünyası mı?

Yani…

Ethnos mu?

Demos mu?

Yani…

Polis mi?

Politeia mı?

 

17 Kasım 2005

Yazar: Metin Gönen

(Bu yazı, ilk olarak 17 Kasım 2005 tarihinde Paris banliyölerini yakan gençlerin isyanı üzerine küresel bir durum değerlendirmesi olarak yazılmıştır.)